Arşiv

‘Sinema’ kategorisi için arşiv

Broadway Danny Rose

Çarşamba, 08 Ağu 2012 Yorum yapılmamış

Broadway Danny Rose


Woody Allen‘ın çok da kıymeti bilinmemiş filmlerinden bir tanesi olduğunu anladım izledikten sonra. Kıymetinin bilinmediği IMDB’de kullanılan oy, yapılan yorum ve kritik sayısından, tabi bir de Google’da filmi arattığınızda özgün içerikli pek bir sonuç gelmemesinden belli.

Film Danny Rose adında bir menajerin başına gelen komik ve bir o kadar trajik bir hikayeyi anlatıyor. Dolayısıyla trajikomik. Film bir lokantada eskilerden konuşan bir grubun Danny Rose’a dair anlattıkları küçük komik hikayelerle başlıyor. Sonrasında esas hikayeye geçiliyor. Danny Rose orta halli bir menajerdir. Danny’nin menajerliğini yaptığı üst düzey bir yıldız veya sanatçı da yoktur. Ve beraber çalıştığı sanatçılardan bu orta halin üzerine çıkacak gibi olanlar, kendilerine sınıf atlatacaklarını düşündükleri yeni bir menajer ile yollarına devam etmektedirler. Tipik bir kaybedendir Danny Rose. Menajerliğini yaptığı Lou Canova adında yıldızı parlayan ve sınıf atlamak üzere olan şarkıcı ile onun sevgilisi Tina Vitale arasındaki ilişkiye dahil olan Danny Rose hayatının macerasını yaşar.

Hikayenin trajikomikliği filmin sonuna doğru dinleyenlerden birinin esas hikayeyi anlatan adama “Bu hikayenin komik olması gerekmiyor muydu ?” diye sorulan soruda gösteriyor kendini. Ve Danny Rose’un filmde bilmem kaç kere tekrar ettiği ikircikli, kaygılı ve biraz paranoyak replik “Bu kavram kargaşasına bir açıklık getirebilir miyim ?” aslında Woody Allen’ın kendi kişiliği ile Danny Rose karakterinin birbirine ne kadar benzediğini de gösteriyor gibi. Filmlerine kendi hayatından ve karakterinden çokça şey dahil eden Woody Allen’ın “Manhattan” ile beraber kendini en çok işaret ettiği filmiymiş gibi geldi bana. Hikayenin komedi unsurları ise tam olarak Woody Allen’ın kendine has espirilerinden oluşuyor. Kahkahaya boğmayan ama içten gülümseten zekice espiriler. (Artistlik olsun diye değil, hakikaten öyle : ) )

Filmin müzikleri arasında özellikle Lou Canova karakterinin seslendirdiği “Agita” çok sevimli bir şarkı. Enstrümental versiyonları da filmin içinde de sık sık kullanılmış. Ayrıca film En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo dallarında Oscar’a aday da olmuş. Kazanamamış gerçi, olsun ziyanı yok, gönlümüzde yer etmiştir. Kendine has senaryosu, dolu dolu diyalogları ile izlemeye değer, hatta tekrar izlenebilecek filmlerden. Ayrıca filmin içindeki nostalji havasına uygun olarak siyah beyaz çekilmiş olması gayet yakışık almış.

Bu arada dipnot olarak geçeyim. Filmden ilginç iki detay; “Turkish pillows” ve “Turkish whorehouse” tabirleri. Hadi yastıkları anladık da genelevlerinin Türk oluşunun nesine atıfta bulunulduğuna dair bir fikir edinemedim. Türkçe altyazıda “Turkish whorehouse” için “harem” karşılığının kullanılması da apayrı bir dengesizlik örneği.

Nihai olarak, izlenilebilir hatta izlenilsin…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Fetih 1453

Pazar, 25 Mar 2012 2 yorum

Yıllardır her sinema muhabbetinde sıra Türk sinemasının henüz el atmadığı Osmanlı tarihine dair meselelere gelindiğinde “İstanbul’un fethini neden çekmez ki bizimkiler” benzerinde sitemlere konu olan İstanbul’un fethi nihayet sinemaya aktarıldı. Sırf adı bile büyük büyük beklentiler meydana getirdi tabi ki. Heyecanlandık filan hani. “Neden olmasın” a geldik.

Ve fakat ki filmi izledikten sonra “neden olsun ki” ye döndüm ben. Oturduğum yerden filmi yerden yere vurabilirim. Vurasım da var aslında. Lakin ki en nihayetinde ortaya konmuş büyük bir emek ve ciddi bir cesaret gerektiren girişim var. Bende uyandırdığı kötü izlenimlere bu emeğe ve girişime olan saygımdan dolayı biraz ket vuruyorum. Tabi bir de Türk sinemasına Hollywood sinemasından başka sinema tanımayan elitist tavırla yaklaşmak istemiyorum hadiseye.

Film İstanbul’un fethi öncesi yapılan askeri ve siyasi hazırlıklar ile başlayıp, devam edip, fetih ile sonlanıyor. Olay Fatih Sultan Mehmet ve Ulubatlı Hasan üzerinden hikayeleştirilmiş. Araya bir de aşk hikayesi serpiştirilmiş. Yapım ve hikaye elverdiği ölçüde savaş sahneleri var. Zamanın İstanbul’u ve Osmanlı başkenti Edirne grafik ortamla bayağı bir desteklenmiş. Ayrıca bütçesine oranla fazlaca şehir ve tarihi mekan kullanılmış. Oyuncu kadrosu Ulubatlı Hasan karakterini canlandıran oyuncu dışında öyle pek bilindik isimlerden oluşmuyor.

Öncelikle filmin hikayesinde ciddi sıkıntılar olduğunu söyleyeyim. Bir bütünlük oluşturup, film senaryosu haline gelememiş. Bölük pörçük. Olayın ana akışın sağlanacağı nokta bir türlü bulunanamış gibi. Fatih penceresinden mi, bir Osmanlı yeniçerisi Ulubatlı Hasan( ki bu da efsane olabilir) penceresinden mi, yoksa çağın siyasi oluşumu açısından mı, fethin İslam alemi boyutu açısından mı baktığını ifade edememiş. Bunun temel sebeplerinden birisi filme İstanbul’un fethi ile ilgili bilinen ne kadar ortak bilgi ve hikaye varsa dahil edilmeye çalışılması diye düşünüyorum. Efendim işte gemilerin yürütülmesi, fetih öncesi Karamanoğlu Beyliği ile yaşanan gerginlik, Fatih’in -o tablolara konu olan- olay sırasında bir ara ciddi bir şekilde öfkelenip atını denize sürmesi, fetih öncesi Rumeli’ye hisar inşa edilmesi, Ulubatlı Hasan’ın sancağı burçlara dikmesi, Akşemsettin’in Eyyub A.S’ın mezarının yerini bulması, lağımcıların fetih sırasında yaşadıkları, Osmanlı ordusunun son saldırı öncesi cemaat halinde kıldığı namaz, fethin başarısını borçlu olduğu iki büyük top, Fatih’in fetih sonrası şehre girişi, yine Ayasofya’ya sığınmış halka hitaben söyledikleri ve sair…Hepsi mevcut filmde. Hani bu yaklaşım biraz ondan, biraz bundan, biraz da şundan şeklindeki ne üdüğü belirsiz bir yemek tarifine benziyor. İşte bu kadar dallanıp budaklanınca, -popülist ve ticari kaygılardan olsa gerek- hepsini barındırmak isteği taşıyınca hikaye kalmamış ortada. Ordan oraya tam olarak “atlayan” sahnelerin bir araya gelişinden farklı bir şey çıkmamış ortaya. Bütün bunların üstüne bir de vay efendim o sırada Vatikan, yok Cenova yok Mora derken hepten dağıtmış kendini.

Hiç bir olay bu kadar geniş yelpaze ile, her detayı kavrar bir halde sinemaya aktarılamaz diye düşünüyorum. Bir karar vermek, kesip biçmek zorunda kalınır illaki. Aklıma gelen en net örnek Çağrı filmi. Dönemin bir dolu önemli vakasının filmde adı bile geçmiyordu. Miraç’tan tutun da, daha evvel eşi benzeri görülmemiş Hendek Savaşı’na kadar. Veyahut da II.Dünya Savaşı’nı Fetih 1453 gibi çekmiş bir film örneğini bulamazsınız. Her bir II.Dünya Savaşı filmi olayın bir perdesini, bir penceresini, bir dönemini yansıtır. Zaten öbür türlüsünü ya bir belgeselde ya da bir ansiklopedide bulabilirsiniz.

Ayrıca diyaloglardaki sıradanlık ve özensizlik ayan beyan ortada. Hemen her cümlede döneme dair, veya bir olayı izah eder biçimde bilgiler verme durumu fena halde daraltıcı. Hiçbir tadı tuzu yok söylenenlerin. Akşemsettin gibi bir şahsiyetin söyledikleri dahi, dizi karakterlerinin 90 dakikalık süreye oynamak maksatlı gevelemelerinden öteye geçememiş. Artık görmekten içimizin geçtiği bir dolu şey tekrar edilmiş filmde. Birinin bilmem hangi sebepten dolayı bilmem neyden koruyacağına inanarak birine kolye verdiği sahnede gözlerimi kapadım artık…Filmde ikinci bir dil kullanılmaması da enteresan hani. İnsan bari en son Fatih’in Bizans halkına seslendiği sahnede o halkın dilinin kullanılmasını bekliyor. Cık. Bütün senaryo günümüz Türkçe’si. Tabi bu da bir tercih, olabilir. Ama madem günümüz Türkçesi ise tercihin, neden araya bir kaç eski Türkçe kelime sıkıştırmaya çalışırsın, neden Fatih’in şair kişiliğini göstereceğim diye kimsenin tek kelime anlamayacağı bir şiiri koyarsın, bilinmez…

Filmden sonra epeyce tartışılan tarihi olayların yanlış aksettirilmesi konusuna gelince, eğer bu aksettirmek işi bir yalana veya bir iftiraya dönüşmüyor ve sadece bir hikayenin film haline getirilirken yaşadığı dönüşümlerden birisini yaşıyorsa, sıkıntı yok kanımca. Yoksa elbetteki hemen her tarihi filmde benzer bir sürü hata veya yanlışlık bulunabilir.

Böylesi bir filmin en önemli taraflarından birisi olan savaş sahneleri için çok da kötü birşey söyleyemeyeceğim. Hiç fena olmamış. Özellikle surlara doğru yapılan iki büyük saldırı sahnesi ve yakın çekim dövüş sahneleri gayet de başarılı gözüktü gözüme. Arka planda kalan figüranları görmezden gelirsek olmuş diyebilirim. Bir ara Spartacus’deki kılıç sahnelerini bile anımsattı. Bir de iki büyük topun hazırlanışının anlatıldığı bölüm de oldukça başarılıydı. Sorun grafik ortamda oluşturulmuş uzak plan çekimlerin olduğu sahnelerdeydi. Montajda kesin olarak çıkması gerekecek kadar kötü gözüken sahneler. Hele hele Cenova gemisinin batırıldığı ve Bizans imparatorunun Hipodrom’da halka seslendiği sahne bilgisayar oyunlarındaki en alt seviye grafik ayarlarındaki ahali görüntülerini hatırlattı. Bir de uzak plan İstanbul ve Edirne görüntüleri türünün örneklerinde gördüklerimizin yanına dahi yaklaşamamış. Biz ki Yüzüklerin Efendisi’ndeki Minas Tiriht’i veya Cennetin Krallığındaki Kudüs’ü görmüş kuşaklarız. Bu açıdan ayağını yorganına göre uzatamamış, iddialı olmak isterken komik duruma düşmüş denebilir.

Tam da burada karakterlerle ilgili bir kaç şey ekleyeyim. Dönemin önemli isimleri Çandarlı Halil ve Bizans’ın elindeki Fatih’in kardeşi Orhan karakteri berbat bir şekilde işlenmiş ve oynanmış. Yakışıksız olmuş, komik durmuş. O nasıl basiretsiz ve dirayetsiz bir sadrazam görüntüsüdür, o ne silik ve yanaşma bir Fatih Sultan Mehmet kardeşidir. Başarılı olduğunu düşündüğüm dövüş sahnelerindeki Ulubatlı Hasan ile Fatih Sultan Mehmet karakterleri. İnandırmışlar, yakışık almışlar.

En nihayetinde bu tür filmler yapım işidir, bütçe işidir. Ne kadar ekmek o kadar köfteye denk gelebilir biraz. Ama yine de metin daha eli yüzü düzgün olabilir. Olayın felsefesi daha usturuplu bir şekilde anlatılabilir. Hikaye ayakta kalabilir. Oyuncu seçimleri daha iyi olabilir. Aslında bu açılardan bakınca Malkaçoğlu’ndan, Kara Murat’dan çok da öteye geçememiş olduğunu farkettim şimdi. Yazık olmuş.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:

Das Boot ve müzikleri

Cumartesi, 17 Mar 2012 1 yorum

II.Dünya Savaşı filmlerine sardırdım uzun süredir. İzlediğim iki filmden birisi bir II.Dünya Savaşı filmi. Geçen de hemen hemen bütün savaş filmleri listelerinde tepelerde gördüğüm Das Boot’u izledim. Hani şu “director’s cut” denilen yönetmenin kendi montajı olan halini. Üç saatten biraz fazlaca. Ki bu üç saat kapalı alan fobisi olanlar için korkulu rüyaya dönüşebilir.

II.Dünya Savaşı sırasında İngiliz savaş ve ticaret gemilerini batırmakla yükümlü bir Alman denizaltısında yaşananlar anlatılıyor. Savaş filmlerine, hele hele II.Dünya Savaşı filmlerine has bir dolu klasiklikten sıyrılmış. Mesela savaşın henüz Almanya aleyhine dönmediği yıllarda Hitler hakkında, Goering hakkında -biraz ihtiyatlı da olsa- ileri geri konuşabilen subayların olduğunu göstermiş. Veya yahudi soykırımı ile ilgili herhangi bir propaganda girişimi yok. İthafta bile bulunmamış. Ya da olmadık kahramanlıklar, olmadık çıkışlar, olmadık komiklikler şakalar yok. Bir savaştaki insan psikolojisinin nasıl olması gerektiğini tahmin ediyorsak öyle. Tamamen insani boyutlarda kalabilmiş, özellikle de mürettebatın ruh halini fena halde gerçek bir şekilde yansıtabilmiş.

Asıl bahsetmek istediğim filmin kendisi ile kusursuz bir şekilde örtüşen olağanüstü müzikleri. Hep derim, kimi filmler vardır ki müzikleri filme ortalama beğeni itibariyle en az 1 puan katar. Filmi çivi gibi çakar insanın zihnine. Müziği ile eşler insan kafasında. Bir kaç örnek vermezsem çatlarım; The Godfather, Star Wars, Amelie, Requiem For a Dream, Last Mohican, Midnight in Paris, Once Upon a Time in America gibi…Sırf müzikleri ile ayakta kalabilen türlere hiç girmeyeyim. İzledikten sonra anladım ki meğer bizim 80 dönemi filmlerde bolca kullanılmış Das Boot müzikleri. Bir kısmı Banu Alkan’lı, Ahu Tuğba’lı romantik filmler kuşağını, bir kısmı da hemen her tür filmdeki mafya hesaplaşmalarını, gerilimin arttığı sahneleri hatırlatıyor. Yanlış hatırlamıyorsam Kemal Sunal filmlerinde de kullanıldı bir kısmı. Merak edenler için şurasını işaret edeyim.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:, ,

Annie Hall , Manhattan ve Woddy Allen

Cumartesi, 25 Şub 2012 Yorum yapılmamış

Geçenlerde peşpeşe izledim Woody Allen’ın yazıp, yönetip, oynadığı iki filmi. Annie Hall ve Manhattan. (Hatta “ustalara saygı kuşağı” tribine girip bugün yine bir Woody Allen filmi Hannah and Her Sisters‘ı izleyeceğim, ama konumuz o değil : ) ).

İşledikleri konu, işleyiş biçimleri olarak birbirine çok benzeyen, derdi tasası ortak iki film. Hani bir nevi çift yumurta ikizi gibi. Aralarında iki yıl fark var yalnız. Birincisi Annie Hall ile en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi kadın oyuncu ödüllerini almış. Manhattan da iki dalda aday olmuş. Annie Hall ile ilgili bir diğer dip not da Wiki’den;

Annie Hall”, 1992 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.

Manhattan ile ilgili ilginç olansa (şuradan öğrendiğim kadarıyla) kendisi ile ilgili çekilen bir belgeselde bu filmi hiç sevmediğini, hatta yapımcılara bu filmi yok edip, yenisini bedavaya çekebileceğini söylemiş olması. Hani evlatlıktan reddetmiş bir nevi. Gerekçesi kendince hiç de fena sayılmaz; “Hayatımın bu zamanında yapabildiğim en iyi film buysa, bana film çekmem için para ödememeliler”.

Annie Hall Manhattan

Her iki filmin de senaryosu dolu dolu, düşündüren, hayata dair anlamlı birikimlerin eseri olduğu belli olan, peşinden sürükleyen ve alt yazıları takip ederken aklınızı evvelki diyaloglarda bıraktıran türde. Alıntıladığı düşünürlerin, yazarların söylemlerini film içerisine fena halde şık bir biçimde serpiştirebilmiş. Kadın erkek ilişkisini dibine kadar sorgulamış, sonra arada arada da bütün bu sorgulamalara kendi yaptığı müthiş tespitlerle cevap vermiş. Derdini, neyi anlatmak istiyorsa işte onu tam olarak anlatmayı başarabilmiş kısacası. İnsanlığın en büyük gelgitlerinden olan bir meseleyi ele alış şekilleriyle de geçerliliğini hiçbir zaman yitirmeyecek filmlerden olmuşlar.

Kitaplar vardır, filmler vardır hani yazarın, yönetmenin derdini anlatamadığını, evet bir çabası olduğunu hissetsen de anlayamazsın, çekmez seni içine. Veremediği, anlatamadığı bir şeyler olduğu besbellidir. Ya yeterince vurucu değildir, ya fazlaca vurur. Ya eksik kalmıştır kimi tarafları, ya da ipin ucu kaçmıştır. Bu iki film işte tam olarak bunun aksi. Olmuş, yakışmış, döktürmüş.

Hele hele Woody Allen Annie Hall’ un başında ve sonunda kameranın tam karşısına geçip iki küçük hikaye anlatır ki, şimdi burada söyleyip de izlememiş olanlara küfretmeyeceğim tabi : ), film o iki ana fikir üzerine seyreder ve biri hayata, diğeri ikili ilişkilere dair müthiş iki tespittir. Filmin başında ve sonunda net bir şekilde çizmiştir aslında çerçeveyi. O iki hikaye arasında dokunmuştur film.

Sırf beni üzerine bir şeyler karalamaya veya düşünmeye itmiş olmaları, üzerinde konuşacak arkadaş aratıyor olmaları dahi yeterlidir kanımca. Filmlerin detaylı analizini teknikçi arkadaşlara bırakıyorum : ) İçim ferah bir şekilde tavsiye edebilirim. İzlenilsin efendim.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:, ,

Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm

Cuma, 11 Kas 2011 1 yorum

behzat ç seni kalbime gömdüm

Merakla bekliyorduk. Nihayet gösterime girdi, geçen hafta izleyebildim. Gayet de keyifliydi bir Behzat Ç. sever olarak. Sinemanın en temel beklentilerinden biri olan eğlence kısmını fazlasıyla yerine getirmiştir benim için. Eğlendim hani.

Amma lakin ki film olarak değerlendirince o kadar da olumlu yaklaşamıyorum. Eleştiri getirebileceğim bir sürü nokta var. Birincisi bir sinema filminden çok, dozu arttırılmış bir dizi bölümü tadı verdi. Peki sinema filmi olarak ne gibi farklılıkları olmalıydı dersek bir kere karakterler diziyi tanımayan izleyiciye daha iyi tanıtılmalı ve anlatılmalıydı. Bodoslama dalınmış gibi, birbirini takip eden bir üçlemenin orta yerinden dalmak gibi. Ne ana karakter Behzat’ın neden böylesi bir ruh haline, böylesi asi ve köşeli bir duruşa sahip olduğuna, ne Harun’un nasıl bu kadar “odun” bir tip olabildiğine, ne de Akbaba’nın tamamen kendine has kişilik yapısına dair bir anlatım göremedim. Zaten biliniyor edasında ve rahatlığında diziden biraz daha uzun ve yapım olarak biraz daha hallice, o kadar. Argo ile karıştırılıp küfür ile sunulduğunda çoğu izleyiciye komik gelecek espriler çoğaltılmış, hatta küfür dozu abartıya kaçıp çoğu kere gereksiz bir hovardalık katmış filme. Bu haliyle de önemli bir izleyici kitlesini kaçırmış olduğunu düşünüyorum.

Bir de malum Behzat’ın halüsinasyonları var tabi. Hem Behzat’a dair bu kadar az söyleyip hem de her üç sahnenin arasına kızı ile ilgili bu tip halüsinasyon görüntüleri sokuşturmak fena halde manasız geldi gözüme. Kızı kimdir, necidir, nasıl bir baba-kız ilişkisi vardır aralarında, ne olmuştur ne bitmiştir, kızının ölümü neden bu kadar büyük bir travma etkisi yapmıştır Behzat üzerinde ? Cevap ? Yok. Seyirciye sorma jokerini kullanmış arkadaşlar.

İki kelam da kendini sevdiren dizilerini siper alarak oradan bir şeyler devşirmeye niyetlenen film yapımcılarına etmezsem içimde kalır. Arkadaş dizinizi, karakterlerinizi, diyaloglarınızı sevmiş olmamız bize bunun bir benzerini sinema filmi olarak iteleyebileceğiniz anlamına gelmez ! Yok illa da iki sezon arasına baharat hesabı bir film sıkıştırmak istiyorsanız daha kaliteli işler yapmanız gerekir. Diziyi izlememiş kitleyi bu kadar hiçe saymamalısınız mesela. Mesela kurgularınız, hikayeleriniz dizidekinden daha sağlam olmalı, daha inandırıcı ve daha az karikatürize edilmiş olmalı. Ya da daha bizden, daha özgün bir hikaye olmalı anlattığınız, Hollywood filmlerinden araklama değil. Karakterlerinizi Cem Yılmaz’ın malum esprisi gibi “şöyle şöyle oluyor aslında ama burda yapılmışı var” türü bir anlayışla sunmamalısınız ya da.

Bütün bunlara rağmen diziyi izlememiş kitlenin yorumlarını merak ediyorum. Zamanla göreceğiz artık…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

The Lord Of The Rings Üçlemesi

Cumartesi, 01 Eki 2011 1 yorum

the lord of the rings

İlk izlediğimden beri tekrar izlemekti aklımdaki. Şöyle serinin üç filmini arka arkaya. Nihayet yapabildim. Aklımda tam olarak ihtişam kelimesi ile eşlemiştim “Yüzüklerin Efendisi” serisini. Biraz “Indiana Jones” serisini macera ile, “Geleceğe Dönüş” serisini hayal kelimesi eşlemiş olmam gibi. Tolkien‘in hayal gücüne, nasıl olup da bu kadar farklı varlığı, nesneyi, miti kafasında oluşturabilip, bütünleyebildiğine ve tabi aynı zamanda bunu sinemaya yansıtan Peter Jackson abimize hayran olmamak elde değil. Bir film olarak niteleyince sanki birşeyler eksik kalıyor gibi. Bir destan, bir hayal gibi. Tam olarak “bir bambaşka dünya”. Bir gün gelir ötesi yapılabilir mi bilmiyorum, ama daha iyisi yapılana kadar en iyisi kesinlikle bu.

Filmin her bir sahnesi, her bir karesi üzerinde yoğun çalışıldığını kesin bir şekilde belli ediyor. Dekorlar, kıyafetler, müzikler, kullanılan savaş aletleri, makyaj, ve sair. Tasarlanan şehirler hakikaten müthiş bir hayal gücünün ve tabi en nihayetine sağlam bir prodüksüyonun ürünü. Hobbit diyarı Shire, bir güzel Elf diyarı Rivendell ya da insan ırkının yaşadığı şehirlerden Minas Tirith hakikaten insanda cennet algısını uyandıran şehirler. “Böyle mi lan acaba” diyerek ahirete göçme arzusu uyandırıyor neredeyse. Kareleri durdurup, durdurup iç çeke çeke izlenecek kadar.

Savaş sahnelerinin bu kadar daha iyi çekildiği başka herhanbi bir film de hatırlamıyorum. Belki bir tek Cennetin Krallığı yaklaşabilmiştir böylesi bir gerçekliğe. Hani o kadar gerçekliğe, ya da daha doğrusu gerçeklik hissine yaklaştırıyor ki sizi o an elinizde bir Elf yayı olsun istiyorsunuz, ya da Ork’lara saplanan her oktan keyif alıyorsunuz. Filmdeki favori savaşım korkuyu, kaygıyı ve cesareti sonuna kadar hissettiren Miğferdibi Savaşı. Hele ki Gandalf Rohan’a destek için topladığı süvariler ile beraber tepenin sırtlarından aşağı doğru inerken bir tek “Allah Allah” nidaları eksikti o süper sahneyi tamamlamak için : ))

Bu arada Viggo Mortensen ancak bu kadar yakışıklı, Liv Tyler da ancak bu kadar güzel olabilirdi sanırım. Hani filmin uyandırdığı o ihtişam havası içerisinde Cate Blanchett bile gözüme ayrı bir güzel gözüktü : ) Sonra bir de altyazı izlediğimizde kaybettiğimiz birşey olduğunu farkettim; Türkçe düblajdaki müthiş Gollum seslendirmesi. Kim seslendirdi çok merak etttim, ama süper. Kaypak Frodo’ya iki laf çakmazsam içimde kalır. Arkadaş bu kadar orası burası oynar mı bir insanın, bir kahraman bu kadar mı etki altına almaya müsait olur, az delikanlı ol, az Sam’den adamlık gör daa : )) “I can’t carry the ring, but i can carry you” dediği an efsane içinde efsane olmuş çıkmıştır Sam. Forza Sam !

Birinci film The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring’in bütçesi 93 milyon dolar hasılatı 870 milyon dolar , ikinci film The Lord of the Rings: The Two Towers’in bütçesi 94 milyon dolar hasılatı 920 milyon dolar, üçüncü The Lord of the Rings: The Return of the King’in -ki son film aynı zamanda tüm zamanların en çok gişe hasılatı yapan 4.filmi- bütçesi 94 milyon dolar hasılatı 1 milyar 118 milyon dolar. Lafı uzatmaya gerek yok para parayı çekiyor arkadaş : )

Filmin senaryosundan bulduğumu düşündüğüm saçmalık veya eksikliklere bakarken imdb’de filmle ilgili sık sorulan sorular bölümünü buldum. Şurada epeyce bir sorunun cevabı verilmiş. Mesela “Ulen Frodo efendi madem yapılabiliyordu da neden bir kartalın sırtına atlayıp gitmedi ki Mordor’a” şeklinde sorduğum soruyu daha evvel Why didn’t Frodo just fly on an eagle to Mordor? başlığı altında birileri sormuş. Tabi cevaplar hala yüzeysel gelebilir, yeterince tatmin etmeyebilir. Yapılacak iş filmin bende uyandırdığı heves üzerine üçlemenin kitaplarını okumak. Nedir ne değildiri öğrenip, Tolkien’in Orta Dünya’sını tanıyıp ondan sonra oturup daha bir yakın gözle seriyi baştan izlemek.

Son olarak üçlemenin öncesini oluşturan Hobbit kitabını da sinemaya aktarıyormuş Peter Jakcson. İki bölümden oluşan filmin ilki The Hobbit: An Unexpected Journey 2012’nin sonuna doğru gösterime girecekmiş. Merakla bekliyoruz artık, ne diyelim.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Behzat Ç.

Pazar, 19 Haz 2011 Yorum yapılmamış

Kulaktan kulağa, arkadaştan arkadaşa derken sanırım şu anda memleketin en çok izlenen dizilerinden birisi oldu çıktı. Herhangi bir dizi için televizyon başına oturmuyorum uzun zamandır. Denk geldiğim olursa izler haldeydim. Ta ki “Bir Ankara polisiyesi Behzat Ç.” yi kardeşimin dürtmesiyle bir kaç kere izleyene kadar. Karakterlerin bu kadar halkın içinden, halkın ağzıyla ve halkın kelimeleri ile konuştuğu başka bir dizi henüz görmedim. Sanki diğer bütün diziler başka başka memleketlerde çekiliyormuş da, oraların hali ahvali anlatılıyormuş gibi geldi. Bir dizide en önemli şeydir belki de karakterlerin adam akıllı ve ince ince işlenip ortaya konması. Bir de işin polisiye ve gerilim tarafı sıkı örülmüş. Hiç bir sığlık görmedim henüz. Diğer bir ton dizide gördüğümüz hani şu yoldan çevirip oynatılmış gibi duran figüranlara, bölüm oyuncularına da rastlamadım. Diyeceğim o ki olmuş, bayağı bir olmuş. Hele ki “Arka Sokaklar” gibi bir polisiyeyi gördükten sonra “Behzat Ç.” Şahin’den inip Mercedes’e binmek gibi oldu. İzlenilsin efendim..

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler: