Arşiv

‘Sinema’ kategorisi için arşiv

Kelebeğin Rüyası

Çarşamba, 20 Mar 2013 Yorum yapılmamış

kelebegin_ruyasi
Kelebeğin Rüyası kendi tabiriyle şiire bahane hayatların ve aşkların hikayesi. Edebiyata ve şiire tutkun iki ince hastalıklı genç Rüştü ve Muzaffer, II.Dünya Savaşı’nın gölgesindeki 1941 Türkiye’si, Zonguldak ve haliyle kömür madenleri…Bu iki genç şair, hocaları Behçet Necatigil‘in önderliğinde dönemin en önemli edebiyat dergisi Varlık‘ta boy göstermeye çalışırlarken belediye başkanının kızının şehre gelişiyle bütün olaylar bambaşka bir seyir alır. Şiir hayatın ötesine geçer, şiir harici herşey oynanması gereken bir rol, yaşanması gereken bir parça acı haline gelir.

Filmle ilgili söylenecek olan ilk şey bir dönem filminde üstesinden gelinemediğinde bütün filmi berbat edip komik, ucuz ve sıradan bir hale getirebilen mekan, kostüm, müzik ve görsel efekt konularında son derece başarılı olduğu. Çok rahatlıkla Dedemin İnsanları‘nı veya Uzun Hikaye‘yi geride bıraktığı söylenebilir. 1941 1941 gibi çekilmiş. Üstelik öyle kısıtlı mekanlarda da değil. “Türk sineması adına sevindirici” diyesim geldi : )

Kıvanç Tatlıtuğ neredeyse tek kare “Kuzey” izlenimi vermeden inandırarak oynadığı, Yılmaz Erdoğan kendisinde zaten mevcut olan şair kimliğini Behçet Necatigil karakteriyle gayet usturuplu bir şekilde harmanladığı, Mert Fırat sırıtmadığı ve oynadığı her filme ayrı bir tat katan adam Ahmet Mümtaz Taylan‘ın kadroda bulunması kafi olduğu için oyunculuk namına pek bir falsö yok filmde. Dokundurulabilecek tek söz, Belçim Bilgin‘in inandırıcılığına, başkanın lise öğrencisi kızı havasını bir türlü veremediğine. Normaldir, Türk sinemasında 30 yaşına gelip de lise öğrencisi olduğuna inanabildiğimiz üç kişi vardır zaten; Kemal Sunal, Tarık Akan ve Halit Akçatepe. Onun haricinde ne bir Türk filmi, ne de bir Türk dizisi izleyiciyi inandıramamıştır koca koca adamların, kadınların lise öğrencisi olduklarına. O yüzden bu kusuru es geçip, puanını kırmıyoruz filmin.

kelebegin_ruyasi

Şiir son derece yoğun bir şekilde kullanılıyor filmde. Hoş, bir filmde bu kadar çok şiir ve şiire bu kadar çok güzelleme olduğunda filmin kendisi de şiir gibi oluyor mu, o tartışılır. Yalnız şuna değinmek isterim ki, hikaye duygulandırıp, gözleri yaşartmaya, bütün seyirciyi yakalamaya son derece müsait ve dramatik olduğu halde, Yılmaz Erdoğan buradan tek puan kazanmaya çalışmamış, tribünlere oynamamış. Dram denildiğinde akla ilk gelen ve akıllardaki bu yerini sonuna kadar hakeden bir “Babam ve Oğlum” dramı çıkabilirmiş pekala. Sadece bu mert tavır bile filmin derdinin ve kimyasının bambaşka şeyler olduğunu göstermek açısından önemlidir kanaatimce. Öte taraftan şair karakteri oluşturmak hiç kolay iş değildir mesela. O kafalarda yer etmiş biraz romantik, biraz avare, biraz başında kavak yelleri esen, biraz hayatı başka gözle seyreden, biraz da acıyla yoğrulmuş adamı yazmak da zordur, oynamak da. Hikayenin ana karakterleri olan iki şair Rüştü ve Muzaffer bu açıdan çok iyi ortaya konulmuş. Yazan ve yöneten olaraktan Yılmaz Erdoğan’ın şair ve mizah yanı kuvvetli kimliğinin faydası olmuştur diyeceğim geliyor sadece.

Filmle ilgili internet üzerinde gördüğüm genel izleyici şikayeti beklentinin çok yüksek olmasına karşın filmin o kadar da üstün nitelikli olmayışı, kabaca “bi Alex olmayışı” idi. Sinema izleyicisinde yeni moda akım bu; BeklediğimKadarÇıkmadıcılık. Ne bekliyordun da ne buldun ki? Sanırım her yerli yapımdan bir Eşkiya, bir Babam ve Oğlum fevkaladeliği, en olmadı bir Vizontele güzelliği bekleniyor. Hep en birinci film olsun, hep en bir güzeli olsun, izlemişken şöyle “ölmeden önce görülmesi gereken 1000 film” türü bir şey izlemiş olayım ki dünya üzerindeki sınırlı vaktimin şanı yücelsin hamlığı. Oysa ki sinema kültürümüze ve tarihimize böylesi bir film eklenmiş olması gayet güzel. Varsın en bir güzeli olmasın.

Bir ikincisi eleştiri de Yılmaz Erdoğan’ın zaten yazıp yönettiği bir filmde oynamasının, hatta Behçet Necatigil rolünü kendisine uygun görmesinin küstahlık, ukalalık olduğu yönünde. Sanki bunun ilk örneği kendisiymişcesine. Woody Allen, Sdney Pollack, Clint Eastwood hatta dünkü çocuk denilebilecek Ben Affleck yazıp, yönetip, oynarken zaten oyuncu olan Yılmaz Erdoğan kendi filminde neden oynamasın. Bir şairi, kendisi de şair olan bir oyuncu sırf aynı zamanda yönetmen olduğu için oynamamalı mıdır ? Ne mahsuru, ne kusuru var ? Artısı var eksisi yok kanaatimce.

Nihai olarak Kelebeğin Rüyası gayet iyi film. Başarılı da aynı zamanda. Teknik olarak da, bir bütün olarak da. Şiir gibi değil, şairane değil belki, ama kesinlikle çok iyi bir düzyazı.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Sinema Salonu Hedonizmi

Salı, 29 Oca 2013 2 yorum

Tam olarak trafikte yeşil ışığı ilk görenin kornaya basmasıyla, ya da izlerken türlü küfürler savurduğumuz insanlığını, vicdanını, ahlakını ve de ruhunu şeytana satmış futbolcu türünün birebir kopyalarını halısaha maçında görmemizle aynı zamanlara gelir sinema salonlarında film izlenemez oluşu. Sabırsızlığımızın, şuursuz telaşemizin, tahammülsüzlüğümüzün ve vurdumduymazlığımızın ucuna bir halka daha, hepsinden beter; umuru hariciye noksanlığı.

Babamın eski arkadaşlarından birinden duyduğumda kazınmıştı zihnime. Yeğenim -yeğenim denesi kadar küçüktüm o zaman şimdi kocaman adam oldum- demişti; “Bir adamda umuru hariciye yoksa at çöpe gitsin”. Sonradan öğrenmiştim ki bu bizimkilerin umuru hariciye dedikleri şeyin sözlükteki karşılığı bildiğin dış işleri‘ydi. Ama kastedilen insanın çevresine rahatsızlık vermeme hassasiyetiydi, bir arada yaşayabilmenin gerektirdiği duyarlıklıktı.

Patlamış mısırı kurabiye canavarı edasında yiyenlerin çıkardığı hatır hutur sesi(veya katur kutur, her türlü sinir bozucu ses ünlemi düşünülebilir), gayesi film izlerken patlamış mısır yemek değil de, patlamış mısır yerken araya bir de film sıkıştırmak istermiş gibi olanların benzer kendinden geçmişliği, abur cubur paketlerinden gelen ince, tiz hışırtı, dört bir tarafta maytap gibi patlayan kutu kola açma sesleri ve film sonrası salonun içler acısı kullanılıp fırlatılmışlığı…Oldu olacak içeriye çay söyleyip iki de sigara tellendirseydiniz…Tek tek bakıldığında çok rahatsız etmezmiş gibi gelen bu şeyler bir araya gelince veya belli bir ses eşiğini geçince veya uzunca bir süre devam edince çekilmez bir hal alıyor. Önce hoşgörülemez, sonra tahammül edilemez, sonra da sabır edilemez hale geliyor. Bütün bunlar ölümüne bir keyfiyetin eseri. Tam teşkilat umuru hariciye noksanlığı…

Sinemayı zihninde nasıl bir keyif, nasıl bir eğlence aracı olarak yerleştirmeli ve özgürlüğü ne sanıyor olmalı ki insan bu kadar hedonist ve hemen dibindeki diğer bir insana verdiği rahatsızlıktan bu kadar bihaber olabilsin, bilemiyorum, kestiremiyorum. O an, o insanın boynunun elektriklendiğini hissettiği an, ne sese ne görüntüye odaklanabildiği an, filmi izleyen diğer insanların bundan rahatsız olabileceği fikrinden fersah fersah uzak insanlar içinde bulunduğumu düşünmek dahi orayı terketmek hissini oluşturuyor bünyede. Terketmeyip rica etmek, uyarmak veya tartışmak filan yel değirmenlerine karşı Don Kişot’u oynamak gibi; bağlamından kopuk, mobilyalık keresteden çiçek dilemek gibi; anlamsız…Belki de takıntılının, huysuzun önde gideniyizdir.

Bütün bu durumun gişe filmi de denen, o daha çok seyirciye hitap eden filmlerdeki hali hepten beter. Ki geçen hafta birine denk geldim kazara, dersimi aldım. Gişe filmi diyerek bir filmi baştan ikinci sınıf ilan etmeyi çok elitist, çok züppece bulduğumdan böylesi filmleri tamamen reddetmeyi doğru bulmuyorum. Ama illa da izlenecekse gösterimden kalkmasına beş kala tenha bir salonda izlenir, biter gider…Mevzu özgürlüğün tanımı, nerede bitip nerede başladığı, bir arada yaşamak, hoşgörü-tahammül ilişkisi vay efendim kentlileşmek filan derken uzayıp gitmeye meyilli. Gerek yok.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

The Hobbit : An Unexpected Journey

Salı, 22 Oca 2013 1 yorum

Varolan Dünya içinde daraldığını hissettiğinde, gerçeklik fena halde boğduğunda, gerçek ile saçma birbirine girdiğinde bir masalın içinde kaybolup gitmek ister insan. Bir başka Dünya tasviri fena halde çekici gelir göze, bir başka varoluş. Ne kadar da özlemişiz meğerse o başka Dünya tasvirini; Orta Dünya‘yı. Hobbitleri ve Shire’ı, bilge Elfleri ve Rivendell’i, Gollum’u, Gandalf’ı, orkları, cüceleri, dağları, nehirleri, ormanları, patikaları. Hepsinden öte bir masalın içindeymiş hissine kapılmayı.

Kent hayatının bütün keşmekeşi ve şuursuzluğu içinde mutluluğu tek düzelikten sıyrılarak filan yakalayabileceğini sanan nesiller olaraktan Hobbitlerin o yinelenen hayat içerisinde yakalayabildikleri mutluluğu görmek, insana benzerini dilemenin dayanılmaz ağırlığını yaşatan cinsten bir duygu. Dört bir tarafımızda yükselen yaşam mimarlıklarının, yaşam merkezlerinin ve de yaşam bilmem nelerinin içinde yaşayıp gittiğimiz, bütün gelecek planlarını buralara doluşmak üzere kurgulamamız konusunda ağır tahriklere ve de hilelere maruz kaldığımız bir dönemde garip yada ironik olan; bütün bu yeni mimari rükuşluğun ve pragmatikliğin içinde dekoratif unsur olmaktan öteye geçme şansı olmayan nehirlerin, şelalelerin hakikaten içinden geçtiği, hakikaten doğa ile iç içe ve hakikaten benzeri görülmemiş güzellikte şehirleri görmek. Rivendell, Shire, Erebor ve Dale

The Hobbit : An Unexpected Journey, Lord of the Rings üçlemesinin çok daha öncesinde geçen bir hikayeyi anlatıyor. J.R.R Tolkien‘in 1937’de yazdığı, masal türüne yakın kitabın uyarlaması. Yüzüklerin Efendisi serisinin başlamasına vesile olan kitap. Çok konuşulduğu üzere 3 kitaptan 3 film, 1 kitaptan 3 film çıkardı Peter Jackson. Yüzüklerin Efendisi üçlemesindekini başarısından ötürü bu tercihinde kendisine saygı duymaktan öteye geçmek çok anlamlı gelmedi gözüme. Her ne kadar film bittiğinde sonraki iki filme ne kaldı ki desem de, eve gelince baktım ki henüz kitabın da üçte birinde imiş.

Peter Jackson‘un ve yapım şirketlerinin Tolkien’in Orta Dünya’sını paraya devşirdiği, hatta sömürdüğü şeklinde görüşler var. Bu görüşlerdeki tutarsızlık veya hafiflik, sinemanın yapımcılar açısından yatırım olduğu gerçeğini yadsımaları. Ötesi, başkası düşünülebilir mi ki zaten ? Ancak film seyirci için bambaşka şeyler ifade eder. Seyirci için perdedeki şey bir yatırım değildir. Filmdir o. İzlenesidir, eğlendiresidir, düşündüresidir, sevdiresidir, alıp götüresidir filan. Kitabın aslını tahrif etmek, yozlaştırmak, eseri izinsiz kullanmak, sahibini değersizleştirmek ve sair durumlar olmadığı müddetçe buyursunlar para da kazansınlar. Hiç bir sorun yok. İkincisi sömürmek denen şey tek taraflı bir ilişki biçimidir. Sivrisineğin insanın kanını emmesi türünden. Ne Yüzüklerin Efendisi’nde ne de Hobbit’de böyle bir durum yok. Şahsı fikrim değil bu, rakamlar, yorumlar, eleştiriler ortada. Alan memnun satan memnun.

Imdb’deki filmle ilgili notlar kısmından öğrendiğim üzere film saniyede 48 kare ile çekilmiş. Standardın saniyede 24 kare olduğunu düşünürsek, bunun görüntünün gerçekliğine ve 3 boyutluluk algısına ciddi bir artı getirdiği söylenebilir.

Film elbetteki kitabın birebir perdeye aktarılmış hali değil. Kitapta olmayan diğer bazı Orta Dünya karakterleri filme dahil edilmiş. Yanlış hatırlamıyorsam kitapta sadece bir yerde bahsi geçen taştan devlerin savaşı, yine kitapta sadece yaşanmış olduğunu bildiğimiz Erebor’un ejderha Smaug tarafından yerle bir edilişi ve Kral Thorin‘in Meşekalkan ünvanını aldığı cüce-ork savaşı filme dahil edilmiş diğer olaylar. Öyle gözüküyor ki sonraki iki filmde de asıl hikayenin arasında serpiştirilmiş benzer olaylar göreceğiz.

Ortaya ne çıkacağı konusunda en çok merak ettiğim bölüm Bilbo Baggins ile Gollum‘un dağın derinliklerinde birbirilerine bilmeceler sordukları bölümdü. Müthiş bir karşılık bulmuş filmde kendine. Gollum’un bütün o şizofrenik halleri birebir yansımış perdeye.

gollumgollum

Fiziksel olarak insanlıktan uzaklaştıkça, insanın mayasında varolan ikiliği daha görünür hale gelmiş olan Gollum uzun çıkarımlara müsait sembol bir karakter. Sağ omzunda bir melek, sol omzunda da bir şeytan eksik. Bütün çirkinliğine rağmen içindeki iyiyi dinlemeye meylettiğinde ortaya çıkan görüntünün seyirciye bu kadar sevimli gelmesi bütün serinin ayrıca değinilmesi gereken bir başarısı, ayrı mevzu.

Ve elbette kitabın başında Thorin‘in okuduğu o gizemli, büyülü, tam olarak bir masal havasındaki şiire yapılmış müthiş şarkı; Misty Mountains.

Hobbit hikayesi asıl hikaye Yüzüklerin Efendisi kadar güçlü olmasa da, ortaya çıkan film Yüzüklerin Efendisi’nin ihtişamından, havasından ve bütünlüğünden geri kalmamıştır kanaatimce. Oscar’da aday olduğu En İyi Yapım Tasarımı, En İyi Makyaj ve En İyi Görsel Efekt ödüllerini de haketmiştir. Bir de Misty Mountains’ı En İyi Şarkı dalında aday görmek isterdik, ama olmamış ilginç bir şekilde.

Serinin devamı olan The Hobbit: The Desolation of Smaug 2013 Aralık, The Hobbit: There and Back Again de 2014 Temmuz’da gösterime girecekler.

Nihai olarak efsane geri döndü, devam ediyor…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Tepenin Ardı

Çarşamba, 26 Ara 2012 4 yorum

Tepenin Ardı


Uzun zamandır bir Türk filmini bu kadar sevmediğimi söyleyerek, yekten fikrimi belirteyim. Çok fazla salonda gösterimi yok filmin, çok da uzun süre vizyonda kalsın sanmam. Tam arada kaynamaya müsait filmlerden. Uluslararası film festivallerinde topladığı bir dolu ödüle binaen gidelim dedik. İyi de ettik.

Anadolunun ücra bir köşesindeki çiftlikte yaşanan bir aile dramı anlatılıyor filmde. Filmin çekildiği yerler o kadar kuş uçmaz kervan göçmez yerler ki tipik bir Amerikan western filmi canlanıyor insanın gözünde. Yanlış duymadıysam filmin son sahnesi haricinde bir müzik de kullanılmamış. Duyulan daha çok rüzgar uğultusu, ağaç hışırtısı, dere şırıltısı, ateş çıtırtısı. Aslında bu durum olaylara hemen yanıbaşınızda olup bitiyormuş hissi de vermiyor değil. Gerçekliğini arttırmış filan denilebilir. Lakin zaman zaman dramdan çok psikolojik gerilimi andıran bir senaryosu olduğundan, uygun bir müzik daha kalıcı, baskın bir etki bırakabilirmiş gibi geldi.

Otoriter bir dede, melankolik bir baba, askerlik sonrası psikolojik sorunlarıyla boğuşan bir genç, meraklı toy bir çocuk, münzevi bir çoban ve güvenilir, halim selim bir kahya. Ve obalılar ile ovalılar arasındaki, o Anadolunun en bilindik kavga konusu; davar sürüsü-ekin tarlası anlaşmazlığı…Derken olaylar gelişir…Hiç eğip bükmeden, çizgisinden sapmadan, ama soğuk bir minimalist tavra da bürünmeden (tam da yeri gelmişken Nuri Bilge Ceylan’a iliştirmiyorum bu kez), dolaylamak ile dolaylamamak arasında çok iyi bir yere konumlanarak hikayesini anlatan, derdini sinema dilinde güzelce dillendiren bir film çıkar ortaya. Olmuştur kanaatimce.

Film aslında Anadolu’daki yerel bir hikayeden yola çıkarak Türkiye’ye ve daha da ötesi bütün Dünya’ya dair hakikatli bir mesaja ulaşıyor; “Hep bir düşman vardır!”. Daha da genişletecek olursak, ortak bir düşman her zaman bulunur, ve ona karşı birleşmek çoğu kere suça ortak olanların lehinedir. Bu haliyle aslında çok evrensel bir durumu işaret ediyor film. Ve fakat ki, son sahne ve o sahnede çalınan müzik filmi bu evrensellikten koparıp Türkiye bağlamıyla sınırlandırıyor. Söylenegeldiği yöreye, topraklara ait öğeler çoğaldığında atasözlerinin veya deyimlerin bağlamının kısıtlı kalması ile, motamot çevirilse bile bir Fransız’ın anlayacağı türden bir söz arasıdaki evrensellik farkı gibi. “Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmazmış” ile “Damlaya damlaya göl olur” farkı gibi.

Filmle ilgili tek sıkıntı Türkiye bağlamında işaret ettiği simgesel anlatımı, bahsettiğim o son sahnede gözümüze sokar gibi üzerine bastırması. Filmin bu mesajına çok katılmasam da, fikrini iyi ifade etmiş, en azından evrensel boyutta düşünülebilecek olanı. Filmle ilgili şuradaki bir yazıda denildiği üzere “Is it just us, or does this sound a little too similar to what’s happening back home?” gibi…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Skyfall

Salı, 20 Kas 2012 2 yorum

Bond serisi uzun bir aradan sonra Skyfall ile devam ediyor. İlk zamanlar sarışın Bond olarak pek sevimli gelmeyen, göze batan adam Daniel Craig‘in üçüncü, serinin yirmi üçüncü filmi. Bir serinin nasıl olup da bu kadar devam edebildiği ve 50.yılında bu kadar ilgi çekebildiği konusu apayrı bir araştırma konusu, ki tam da bu konu ile ilgili bir kitap mevcutmuş zaten (The James Bond Phenomenon: A Critical Reader).

İstanbul’daki görevinde başarısız olup ortalıktan kaybolan Bond, MI6’nın uğradığı saldırı sonrası tekrar ortaya çıkar. Düşmanın bulunup ortaya çıkarılması gerekiyordur ve bu iş için en iyi adam elbette ki Bond’dur. Bond’un düşüşü, dönüşü ve geçmişi şeklinde özetlenebilecek hikayeyi anlatıyor Skyfall.

Film, İstanbul çekimleri sebebiyle gösterime girmeden aylar evvel ilgi çekmişti Türkiye’de. Aylar süren çalışmalar, yüzlerce kişilik ekip, tarihi dokuya zarar vermemek için yapılan çalışmalar, çekimler süresince Kapalıçarşı’daki dükkanları kapatmalar, esnafın zararına karşılık yapılan anlaşmalar filan filmde hepi topu on dakikalık bir yer edinebilmiş. Ne Türkiye’nin imajına dair kayda değer bir fikir edinilebilecek çekimler olduğunu, ne de doğulu bir imaj çizildiğini düşünüyorum.

Yalnız İstanbul’da başlayan kovalama sahnesinin tren yolları boyunca devam edip biraz sonra Adana’daki bir köprüye varması insana aynı soruyu tersten sordurtuyor. Olayın ilerleyişi bakımından İstanbul olması beklenen yerlerin İstanbul’la uzak yakın alakası ve coğrafi hiç bir benzerliği olmadığı gibi ise Paris, Newyork, Londra vs. şehirlerde çekildiği düşünülen sahneler, vay gençliğin zihnindeki haritalara.

Bozuk saat Hıncal Uluç filme dair doğru bir tespitte bulunarak filmde Bond filmlerinden beklenen entrikaları, casusuluk hilelerini, şaşırtan ajan materyallerini, özgün aksiyon sahnelerini filan bulamadığını söylemiş. Tespit yerinde. Hatta bu açıdan bakıldığında veya filme bu beklentiler yüklendiğinde, başarısız olarak bile adledilebilir. Lakin yönetmen Sam Mendes kendince bir yorum katmış seriye. Ki iyi de etmiş. Ana karakterleri daha net çizmiş mesela, diyaloglara aksiyon-macera türü bir filmde kolay kolay rastlanmayacak kadar özen göstermiş, klişelerden olabildiğince kaçınmış, Bond’un ve serinin geçmişine gayet yerinde göndermeler serpiştirmiş, bildiklerimizden farklı olarak Bond karakterinin insani yönlerini ön plana çıkarmış (yazının sonundaki linkte bunun daha detaylı izahı mevcut). Ve bir de Bond’un karşısına daha sıkı, daha zeki, daha iddialı söylemleri ve temelleri olan bir karşı kişi (antagonist) yerleştirmiş. Bu tezat üzerinden iki karakteri daha net ifade etmiş. Hatta anlatılan fare hikayesi filmin teması ile epeyce bir örtüşüyor.

james bond & raul silva

Anti kahraman ise Javier Bardem. Şu yakışıklılığı filmden filme siyah ile beyaz gibi değişebilen adam, bu kez olabildiğince çirkin ve No Country For Old Men‘deki karakteri andıran haliyle, karakteri gayet iyi canlandırmış. Karşılaştırmak doğru gelmese de Batman’deki Joker veya Batman – The Dark Knight Rises’daki Bane karakterini andırdığı söylenebilir.

Sadece Pierce Brosnan‘lı seriye yetişebilmiş nesil olaraktan sarışın Bond’a alıştık galiba artık, hatta pek de bir oturmuş gözüktü gözüme. Kanımca Skyfall Daniel Craig’in oyunculuk açısından ustalık eseridir. Bu arada iki Bond filmi için daha anlaşması bulunuyormuş kendisinin. Bekliyoruz.

Filmin jeneriğinin en az film kadar güzel olduğunu, Adele‘in seslendirdiği ve hatta bu yazıyı yazarken öğrendim ki aynı zamanda bestelediği Skyfall şarkısının filme ayrı bir güzellik kattığını da söyleyeyim.

Farklı, beklentilerin dışında ve güzel bir Bond filmiydi Skyfall. Son olarak Hasan Bülent Kahraman‘ın filme ve Bond serisine dair, benim de faydalandığım güzel yazısını işaret ederek bitireyim.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:, ,

Gergedan Mevsimi (Fasle Kargadan – Rhino Season)

Cumartesi, 03 Kas 2012 2 yorum

İran’daki İslam devrimi sonrası tutuklanan ve 30 yıl hapis yatan İranlı şair Sahel Farzan’ın özgürlüğüne kavuştuktan sonra eşini aramak için İstanbul’a gelişinin hikayesini anlatıyor Gergedan Mevsimi.

Film Sahel Farzan‘ın şiirleri eşliğinde, İstanbul’da çekilmiş. Bir nevi ses ve görüntü fonu oluşturmuşlar. İlk bakışta siyasi-politik içerikli gibi dursa da hikayenin baskın tarafı Monica Belluci, Yılmaz Erdoğan ve Behrouz Vossoughi‘den hasıl bir aşk üçgeni. Hatta düpedüz romantik dram dersem yanlış olmaz. Yeşilçam’da bir dolu benzer hikaye mevcut.

Her mevzu bahis olduğunda eleştirdiğim, sinemadan ziyade fotoğrafçılık ile uğraşmasının daha yerinde olacağını söylediğim Nuri Bilge Ceylan‘ın bir diğer türü vardı perdede bu kez. Kendisinin diğer filmlerini bilmiyorum, izlediğimde fikrim değişir mi bilmiyorum, ama bu filmi itibari ile bende uyanan Bahman Ghobadi kişisi de sinemayı bırakıp sürrealist resime vermelidir kendini. Kullandığı üslubun sinema sanatı bağlamında bir yeri yok. Elbette ki sinemada metafor(sembol,mecaz) kullanmak değil karşı çıktığım şey. Bu kadar savruk ve bu kadar fazlaca kullanmak, üstelik film bu kadar durağan ve silik bir akışa sahipken. İzleyiciyi soyutlayıp, hikayeden koparmış olduğun ve bütün diyalogsuzluğunla hikayeyi hepten zora soktuğun yetmezmiş gibi bir de çapraz ateşe tutar gibi her sahnede, her çekimde metafor yağmuruna maruz bırakmak fena halde anlamsız ve çirkin gözüktü gözüme. Bu işin, sinemada metafor kullanmak işinin yerinde, zekice, güzelce ve anlamlı bir şekilde yapıldığı filmlere örnek olarak The Thin Red Line, Rear Window, Zelig, Big Fish, Edward Scissorhands vs. verilebilir.

Hani “İddialı olmanın gülünç olmak gibi bir de riskli tarafı vardır” denir ya;

Sinemada metaforlara bu kadar sırtını yaslamak iddialı bir şeydir. Üstesinden gelinip de, görüntülere, hikayeye, karakterlere ve sair film öğelerine dahil edilerek anlamlandırılabilirse hakikaten bir sanat eseri çıkabilir ortaya. Aksi durum yukarıdaki sözde olduğu gibi gülünç olarak da ifade edilebilir, çapsızlık olarak da, basitlik olarak da…

Hani bir de “Aradığını bilmeyen bulduğunu anlayamaz” denir ya;

Yönetmenin gösterdiği ve anlattığı şeyler zaten yetersiz ve muğlakken, çocukken bulmacalarda kalemi elimize alıp birleştirince ortaya ne çıkacak acaba dediğimiz o noktalardan hiçbirisini dahi koymamışken perdeye, bir de bir şeyler bulmamızı, çıkarsamamızı, çözümlememizi ister gibi, ne anlattın ki ne anlayayım gibi, cevabı aranan sorunun kendisinin külliyen yanlış olması gibi.

Yoksa su içinde ters dönmüş bir gergedandan, arabanın içine girmiş bir at kafasından, gökten yağan kaplumbağalardan, havuzlu bir villanın arkasındaki fabrika bacasından, sülük leğenine fırlatılan fotoğraftan metafor devşirmek iş değil…

Yine de Yılmaz Erdoğan’ın hakkını yemeyeyim. Olmuş. Hiç değilse filmin bütün bütün sırıtan duruşu içinde, bilmiyorum belki de uzaklarda bir yerlerde tanıdık bir yüz görmenin ferahlığındandır sadece, inandıran bir oyuncu olabilmiş. Onun haricinde dişe kemiğe dokunur bir bahis konusu yok filme dair.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

To Rome With Love (Roma’ya Sevgilerle)

Perşembe, 04 Eki 2012 2 yorum

Bir filmi hakkında böyle bir yazı yazacağımı düşündüğüm adam değildi kendisi, Woody Allen. Son filmi To Rome With Love, çoğunlukla olduğu gibi yazıp, yönetip, oynadığı ve Manhattan, Midnight in Paris veya Vicky Cristina Barcelona gibi bir şehri başrole taşıdığı filmlerinden. Ki dilerim ölmeden bu seriye bir de içinde İstanbul geçen bir film ekler.

Film dört farklı hikayeyi barındırıyor. Woody Allen’ın da içinde bulunduğu hikaye, Amerikalı turist bir kız ile İtalyan bir gencin arasında başlayan aşkın ve daha ziyade ailelerinin tanışmasının hikayesi. İkincisi bir orta direk vatandaşın şöhret hikayesi. Ki bu hikayede İtalyan medyasına büyük bir gönderme olsa gerek. Bu kadar aptal bir medya göstermenin başka bir izahı olamaz. Üçüncüsü evlenmek üzere olan bir çiftin birbirlerini aldatma hikayeleri. Dördüncüsü de, ki asıl ve en ilginç olan hikaye, mimarlık okuyan bir gencin kız arkadaşının uçuk, entel veya en azından öyle gözüken arkadaşına aşık olmasının hikayesi.

İçinde birden çok hikayenin paralel olarak anlatıldığı benzer filmlerden görüp de öylesi bir beklenti içinde girdiğimiz gibi hikayeler bir noktada birleşmiyor. Birbirlerinden habersiz olarak sadece seyircinin bildiği bir ortak noktaları da yok. İlla da böyle bir ortaklıkları, kesişim noktaları olması da gerekmiyor zaten. Yalnız yine de film içinde bir bütünlük oluşturması gerek, bir anlam bütünlüğü ifade etmeli en azından. Birbirinden tamamen farklı, derdi tasası ayrı, her birinin içine aşk ve Roma serpiştirilmiş bambaşka hikayeler. Birinde aşk, birinde aldatma, birinde şöhret, birinde kültür farklılıklarının baskın unsur olduğu hikayeler. Sanki dört filmi tek film çatısı altında toplamak gibi bir kastı varmış gibi. Bir roman olduğunu sandığınız ama okuyunca ayrı ayrı hikayelerden, anlatılardan oluştuğunu gördüğünüz kitap gibi. Ya da köşe yazılarının derlenip toplandığı kitap gibi. Gibi gibi…

İşlediği konular üzerine, aşk üzerine söyleyip anlatabildiği, gösterebildiği çok farklı veya sarsıcı bir şeyi yok filmin. Woody Allen tarzı, kahkahaya boğmayan, ama gülümseten türde yerli yerinde espriler, şakalar filmin tadı tuzu olmuş. Bir de filmin müziklerinin anlatım sürekliliğine katkısı olmuş, eğlenceli ve tempolu bir hava vermiş. E tabi bir de Roma…

The Social Network‘deki Mark Zuckerberg rolü ve Mark Zuckerberg’e olan fiziksel benzerliğinden dolayı akıllarda böyle yer eden Jesse Eisenberg, güzelliği hiç bir şekilde süs, abartı, şatafat gerektirmeyen ve ne zaman böylesi bir makyaj ve kostüm gerektiren bir rolde görsem hayıflandığım Penelope Cruz, ve artık yaşlanmış olsa da her zamanki bildiğimiz mimikleriyle, nevrotik, takıntılı adam Woody Allen oyunculuklarıyla filme değer ve tabi seyir zevki katmışlar.

Bu arada filmde bahsi geçen terim “Ozymandias Melancholy” şurada söylendiğine göre Woody Allen’ın Stardust Memories‘i çekerken icat ettiği bir terimmiş. İngiliz bir şairin şiiri imiş Ozymandias. Aynı zamanda II.Ramses’in Yunancadaki karşılığı. Kralın yaptırdığı devasa bir heykelin üzerinde Türkçe’ye ;


Ben Ozymandias’ım, krallar kralı
Şu yaptıklarıma bak; sen, güçlü olan, ve ümitsizliğe kapıl!”

şeklinde çevirilen Kral’a ait sözler ve bunların devamında da;


“Oysa geriye hiçbir şey kalmamıştır, gezin çürümüş
O devasa harabeyi, uçsuz bucaksız ve çıplak
Yalnız ve dümdüz kum alabildiğine uzanır”

dizeleri geliyor. Velhasılıkelam; şair “bütün ihtişamına, gücüne, başarına rağmen dünyada yoksun artık, hiç bir şekilde hem de, dünya sana kalmadı” demeye getiriyor: ) “Ozymandias Melancholy” de sanırım bu durumun, bu fanilik, gelip geçicilik hissinin zaman zaman insanı içine sürükleyebildiği melankolik ruh halini ifade ediyor.

Bir Woody Allen sever olarak çok da izlenilebilir diyemem, ki üzücü bir durum. Ama yine de film sinemanın eğlence misyonunun üstesinden gelmiş. Romantik komedi türünde sürüsüne bereket vasat ve altı, kötü ve daha kötüsü, berbat ve ötesi film, sürüsüne bereket gişe yaparken, kanımca To Rome With Love izlenebilir olanlar tarafında yer alır yine de…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail