ArÅŸiv

‘Sinema’ kategorisi için arÅŸiv

Kaptan Fantastik – Captain Fantastic

Pazartesi, 28 Kas 2016 Yorum yapılmamış

captain fantastic, kaptan fantastik

[Geniş zaman anlatımın başı]
Ben(Viggo Mortensen) ve altı çocuÄŸu ormanın içinde insanlardan, medeniyetten ve tabî ki moderniteden uzak bir hayat sürmektedirler. Sistemin dışındadırlar. Ben, altı çocuklu bu ailenin hem babası, hem de son derece donanımlı-entelektüel öğretmeni ve lideridir. Ben’in karısı ise ÅŸehirdeki bir hastanede bipolar bozukluk tedavisi görmektedir. Fakat gün gelir karısı ölünce ve cenazeye gitmeleri icab edince bu sistem karşıtı düzen sarsılmaya, iÅŸler karışmaya ve kendi kurdukları bu hayatın deÄŸer yargıları ve düşünce biçimleri ile mevcut toplumunkiler çatışmaya baÅŸlar…
[Geniş zaman anlatımın sonu]

Bir filmin vaadi özetinde veya fragmanındadır. Ne alâ mesele, ne alâ hikaye değil mi özetteki ? Acaba bu hakikaten çetrefilli meseleye ne dair ne söylemiş, ne göstermiş, ne imâ etmiş olalar diye meraklanıyor insan.

Sinema dediğinin, ya da daha geniş ifadeyle sanatın büyük kısmı imâdır. İmâ engindir, geniştir. Düşündürür, hissettirir. Zorlar insanı. Her kafada başka resimler çizebilir. Arayışa sevkedebilir. Görünenin ötesini aralayabilir. Doğrudan söylemenin, hele hele doğrudan bir takım çok bilindik, hatta neredeyse sloganik ifadeleri kâfi miktarda karakter, görüntü, ses ve kurgu ile beslemenin ortaya iyi bir film çıkaracağı düşüncesi olsa olsa büyük bir yanılsamadır. El çabukluğudur.

Yönetmen ve aynı zamanda senarist olan Matt Ross‘un yaptığı böyle bir ÅŸey. Pat pat söyletiyor herÅŸeyi, pat pat gösteriyor da. Lanet olsun kapitalizme, modernite yerin dibine batsın, Allah belasını versin bu gıda endüstrisinin, eÄŸitiminizin canı cehenneme, olmaz olsun öyle devlet, kahrolsun ABD emperyalizmi, yurtta sulh cihanda sulh ve evet istikbal göklerdedir !

captain-fantastic

Her bir karakter karton. Ne doğruluk timsali, özgürlükçü, otoriter! ve de bilge baba karakteri, ne aristokrat-rahip-burjuva karışımı dede karakteri, ne de hepsi birbirinden allâme ve birbirinden güzel çocuklar sahici. Zoraki ve karikatürize.

Toplumdan bu kadar soyut iken, tecrübe etmediği dünya hakkında derya deniz bilgiyi yutmuş iken, hayatında altı kişiden başkasını görmediği halde ve tek sosyallikleri kan bağı ile bağlı oldukları aileleri iken ve varlığından her bir detayı ile haberdâr oldukları modern hayattan bu kadar uzak iken nasıl bu kadar mutlular ? Doğaya kesin dönüş yaptık ve oldu mu ? Topluyor muyuz bavulları ? Yoksa antidepresan mutluluğu mu bize sunduğun. Az deyivereydin üstat.

Komün hayatı kurmanın baÅŸ ÅŸartı her türden dini inancı hakim sınıfların uydurduÄŸu masallar olarak yaftalamak mıdır ? Farz mıdır ? Vacip midir ? Yoksa olmasa da olur mu ? Bu dinin peygamberi Chomsky midir ? GeçmiÅŸ bütün insanlık birikimini ve o insanların yaÅŸayış, inanış ve düşünüş biçimi “aptallık-cehalet” kalıbı ile açıklamak nasıl bir kafa konforu, nasıl bir ilerlemeci zihindir ? Az bir soluklansaydın birader.

Meskun mahalde anadan doğma dolaşarak ya da altı yaşında bir çocuğun eline pornografik içeriğe sahip bir dergi vererek ya da aynı çocuğu şarap içirererek mi gösteriliyor aydınlanmış ve de özgür düşünce ? Toplumun itiraz edilen değerlerine itiraz etmenin başka güzel, anlamlı yolu yöntemi yok mudur ? Alnının çatından vurmalı mıyız aynı değer yargısına sahip olmadıklarımızı ? Suratına mı tükürmeliyiz ? Az anlatsaydın be mübarek.

Toplumun tabularını yıkıyoruz derken içine düşülen durumun kendisi bir tabu yıkma tabusu olmuyor mu ?

Modern hayatın bütün lanetlerinden, belalarından uzaklaşıp onun her türlü nimetlerinden faydalanmak tezat değil midir ? Modernitenin iyi yanlarını mı alıyoruz reis ?

Son derece özgür, toplumun ve geleneğin kuşatıcı ve zaman zaman baskılayıcı da olabilecek değerlerinden bağımsız ve son derece eğitimli bireyler yetiştirmek iddiasında olan baba (Ben) neden çocukları üzerinde zaman zaman otoriter tutumlar sergilemektedir ? Otoriteyi de geçtik hadi, bu bilge baba kendisine bu kadar bağımlı çocukların tam olarak nesi olmaktadır ? Az bahsetseydin be müdür.

captain fantastic, kaptan fantastik

İnsanlıktan ve toplumdan tamamen uzak, soyut yetiştirilmekte olan bu çocuklar bu şekilde kemâle ermiş midir ? Bu mudur olup olacak şey. Bu çocuklar evlenmeyecekler(ya da çiftleşmek de denebilir) midir, diğer insanlarla kaynaşmayacak mıdırlar, ailelerinden başka ilişki kurdukları kimse olmayacak mıdır ? Bu nasıl bir kapalı ve kısır bir toplum tasarımıdır ? Bu işin oluru nedir ? Az anlatsaydın be hafız.

8 yaşında 6 dil bilen, parçacık fiziğinden haberdar, haklar bildirgesi üzerine yorum geliştirebilecek derecede orantısız entellektüel çocuklarımızın karşısında neden boş gözlerle bakan iki lise öğrencisi var ? Bilge, öğretmen, sporcu, müzisyen, yakışıklı babamızın karşısında neden çok tutucu (kimileri bağnaz diyebilir), anlayışsız, suratsız, merhametsiz ve de paralı bir dede var ? Bu zıtlaştırmanın bizatihi kendisi fena halde modern değil mi ? Az insaf be muhtar.

Fazla uzatmayayım. Bu sığ ve de derin dondurucudan çıkarıldıktan beş dakika sonra tüketime hazır, yavan sistem-düzen eleştirilerinden gına geldiğini söyleyerek bitireyim.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Marslı – The Martian

Pazartesi, 02 Kas 2015 Yorum yapılmamış

marsli_the_martian

Film bir çok ülkede gösterime girmeden bir kaç hafta evveldi. Mars’da yaÅŸam ile ilgili haberler epey revaçtaydı. Su mu bulunmuÅŸtu ne. Mars’ta hayat var mı ola meselesi gündem oluvermiÅŸti yine birden. Acep yeni bir bilim kurgu filmi mi geliyor sorusu kafamda daha yeni çengellenmiÅŸti ki bir arkadaÅŸ çıtlatıverdi; “Mars’la ilgili bir film geliyormuÅŸ”.

Özgür görünümlü serbest tutsak modern bireyin bütün istek ve arzularını kendi büyük mekanizması için tekrar kullanılabilir yakıt haline getiren düzenin sinema yapımcıları elbette ki geri durmayacaklardı bu tip manipülasyonlardan. NASA ve benzer bilim kuruluÅŸlarını kutsayan ve her türlü günahtan, dalavereden ve sermayeden bağımsız addeden zihniyet “yok canım, abartıyorsun, ne alakası var” diyebilir. Demeye devam da edebilir. Kendilerini zihin konforlarıyla baÅŸ baÅŸa bırakıp derhal uzaklaşıyorum oradan.

Bu artık iyiden iyiye alenîleşmiş düzmeceye, ayıbı saklama gereği dahi duymayan zihniyete alet olmayıp filme gitmeyecektim güyâ. Bilim-kurgu, fantastik filmlere olan ilgimin üzerine kibrit çakarak beni yangın tüpü almaya zorlayamazsınız filan gibi artislikler yapacaktım. Beni bir şeyi güyâ ben istiyormuşumcasına ister hale getiremezsiniz ulen filan diyecektim. Olmadı, beceremedim. Hevesim galip geldi. Gitme ! Kal ! diyemedim. Gittim filme.

Günümüzden öyle çok ötesi zamanlar deÄŸildir. Hatta aksine epey yakın zamanlardır. Bilim vardır, kurgu pek yoktur aslında. Ä°nsanoÄŸlu -tabi ki Amerika- Mars’ta istasyonlar kurmuÅŸ, insanlı Mars seferleri düzenler dereceye gelmiÅŸtir. Bu seferlerden birinde mürettebat Mars’ta hesapsız bir fırtınaya yakalanır. Bu kargaÅŸa içerisinde astronot ve botanik bilimcisi Mark Watney (Matt Damon) yaralanır ve gemiye ulaÅŸamaz. Mürettebat da onun öldüğünü düşünürek çaresiz geri yolculuÄŸa koyulur. Oysa ki Mark yıkılmamıştır, ayaktadır. Mark’ın ölmediÄŸini farkeden NASA onu kurtarmak üzere hazırlıklara baÅŸlar. Teyakkuz hali hakimdir. Bu esnada Mark sıkı bir hayatta kalma mücadelesi veriyordur. Türlü icatlar geliÅŸtiriyor, yılların bilimsel birikimini sahada uyguluyor ve Mars’ı keÅŸfediyordur…Film bu minval üzere devam eder.

The Martian

(Buradan sonrasını filmi izlememiş olanlar okumasınlar. Ya da okusunlar kendileri bilebilirler.)

Batı aydınlanmasının temel taÅŸlarından olan hümanizm için Aliya Ä°zzetbegoviç şöyle der;“Tek tek insanları sevemeyenler, insanlık (hümanizm) kavramını icat etmiÅŸlerdir; hem kullanmak hem de rahatlamak için.”

Dünyanın dört bir yanında mevcut iktisadî-siyâsi-düşünsel düzene çomak sokması, çıbanlık taslaması veya alternatif düzenler, varoluÅŸ telâkkileri sunması ihtimal dahilinde olan, mümkün gözüken “tehlikeli” her insan topluluÄŸuna karşı savaÅŸlar baÅŸlatanların, yıkımlara giriÅŸenlerin, operasyon düzenleyenlerin ve bunlardan peydâ olan göçlere, mülteci sorunlarına sırtını dönenlerin, gözlerini kapataların, kulaklarını tıkayanların hakim sinema anlayışının ürünü olan bir film Marslı. Ve bu filmde bir insanı, tabi ki ABD vatandaşı, kurtarmak uÄŸruna bütün dünya seferber olmuÅŸtur. Ãœlke ülke, bölge bölge, kavim kavim tek tek cümle içerisinde sıralandığında felaketinin büyüklüğüne gölge düşürdüğümüz bu büyük yıkım hareketinin öncülleri, propagandacıları, ÅŸirin göstericileri, yaÅŸam tarzı dayatıcıları, bilim sermayedarları ve yöneticileri ve elbetteki bu kurtarma şölenini meydanlarda heyecan içerisinde takip eden kalabalıkları Mark Watney’i kurtarıp felâha eriyorlardı. YaÅŸasındı !

Filme dair teknik detay bâbından bir ÅŸeyler söylemenin pek bir anlamı yok. Her türden teknik kabiliyeti ve ehliyeti son derece yüksek. Esas sorun hikayenin anlatılış biçiminde, yönetmenin ve pek tabi ki yapımcıların tercihlerinde. Mesela film hiç bir anında tıpkı Gravity‘de olduÄŸu gibi kahramanın kurtulamayacağını düşünmemize fırsat vermiyor. Sıkıntı yok ! Mars’ta bir başına ama ölümden bir o kadar uzak. Fiziksel olarak bambaÅŸka bir gezegen, günün büyük kısmı o kasvetli astronot kıyafeti içerisinde, her an endiÅŸe verici bir oksijen ve yiyecek kıtlığı mevcut, baÅŸka bir gün(sol – 24 saat 39 dakika), baÅŸka bir coÄŸrafya, baÅŸka bir iklim ve hepsinden önemlisi ne bitki ne hayvan ne insan tek canlı yok. Böylesi koÅŸullar içerisindeyken dahi neredeyse iyi ki de kaldım buradalarda, oh ne güzel keÅŸifler, icatlar yapıyorum, espiriler bile yapıyorum ortaya karışık, deÄŸmeyin keyfime demediÄŸi kalıyor Mark’ın. Ne bir keder, ne bir umutsuzluk, ne bir varoluÅŸ sancısı, ne bir melankoli, ne de en olası ihtimalle bir halüsünasyon(bakınız. Ay – Moon). Marslı’dan biraz önce vizyona girmiÅŸ olan ve Everest’e tırmanan bir grup daÄŸcının hikayesini anlatan Everest filminin kendi hikayesine dair en önemli ve can alıcı soru olan “Neden Everest’e tırmanıyoruz ?” sorusunu göz göre göre pas geçmesi gibi, anlı ÅŸanlı yönetmenimiz Ridley Scott da bütün bu zor meselelerin üzerini bir tutam ÅŸaka biraz da komiklikle geçiÅŸtiriyor. MüthiÅŸ !

Herhalde astronot kıyafetindeki kamera ile birlikte yaşıyor olması ve bundan baÅŸka kendinin de sık sık kamera karşısına geçiyor olması kahramanımızın varoluÅŸunu “görünüyorum o halde varım” a dayandırmasından ileri geliyor olsa gerek. Sen deÄŸil misin ki en çok görünen, gül eÄŸlen neÅŸelen o vakit. Sana yaraşır elbet. Zira bulunduÄŸumuz zamanlarda görünmek varolmanızın en muhim gerekçesidir.

the_martian_ship

Bir diÄŸer büyük açmaz mürettebatın Mark’ı almak için Mars’a geri dönmek üzere verdiÄŸi kararın dayanılmaz hafifliÄŸi. 553 fazladan gün uzayda yolculuk yapmalarından baÅŸka çok ciddi ve çeÅŸitli ölüm tehlikeleri de barındıran bu harekete giriÅŸmek için kararı almaları Taksim’den BeÅŸiktaÅŸ’a dolmuÅŸla mı insek otobüsü mü beklesek sığlığında. O an voleyi basıp çıkmak geliyor salondan ama daha göreceÄŸin varmış ki kalıveriyorsun orada. Ne ki insana bu kadar yüce kıymet biçen ve onu kurtarmak pahasına bütün imkânları seferber eden NASA yönetimi, gemideki 5 kiÅŸilik mürettebâtın hayatını büyük bir riske atarken herhangi bir ikilem yaÅŸamamaktadır. Zira aslolan PR’dır, halkla iliÅŸkilerdir, görüntüdür. “Kahvedekilere benimsin demiÅŸim bir kere” misali “bütün dünyayı ayaÄŸa kaldırdık kurtaracağız diye, bu saatten sonra pilavdan dönenin kaşığı kırılsın” denilir.

Son kurÅŸunumu da filmin 3D oluÅŸuna sallayayım, bitsin gitsin. Filmin sahnelerinin büyük çoÄŸunluÄŸu ofis ortamında, uzay gemisinde, Mars’taki bir kapsülün içerisinde veya geniÅŸ planlı Mars düzlüklerinde geçiyor. Uzay gemisinin uzayda salınım yaptığı veya aksiyon içerikli olduÄŸu için üç boyutlu algılanmasının ayrı bir görsellik katacağı sahnelerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Nedir bu 3D sevdası anlamak mümkün deÄŸil.

Velhasılı kelâm yine teknik açıdan son derece baÅŸarılı, Matt Damon, Jeff Daniels, Chiwetel Ejiofor, Jessica Chastain, Sean Bean filan derken bir Ronaldinho bir de Zinedin Zidane eksik ÅŸaşâlı kadrosuyla göz kamaÅŸtıran, ama hikayesiyle, anlatımıyla ve alt metniyle bir o kadar kıfayetsiz, basmakalıp, ucuz ve “pop” bir film daha…

Dipnot : Mars’ta su bulunduÄŸuna dair haberler tam müşteri geldiÄŸinde mi fırından çıkarılmıştır ? NASA filmi desteklemiÅŸ midir ? Film NASA’nın propagandasını mı yapmıştır ? Bu simbiyotik bir iliÅŸki biçimi midir ? NASA’nın eli iÅŸte gözü oynaÅŸta mıdır ? Tavuk mu yumurtadan çıkmıştır yumurta mı tavuktan türünden sorular için ÅŸuraya, ÅŸuraya bir de ÅŸuraya bakılabilir…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Kış Uykusu (Winter Sleep)

Pazartesi, 07 Tem 2014 3 yorum
Kış uykusu, winter sleep

Kış Uykusu (Winter Sleep)

Film şu minval üzere cereyan etmektedir;

Aydın(Haluk Bilginer) emekli bir tiyatro oyuncusudur ve oyunculuÄŸu bıraktıktan sonra Kapadokya’da babasından yadigar kalan butik oteli iÅŸletmektedir. Bir yandan da yerel bir gazeteye köşe yazıları yazmaktadır ve bir tiyatro tarihi kitabı yazmak üzere çalışmalarını sürdürmektedir. Hayatında iki kadın vardır; zihin dünyaları arasında ciddi fark olan genç karısı Nihal(Melisa Sözen) ve boÅŸandıktan sonra yanlarına taşınan kız kardeÅŸi Necla(Demet AkbaÄŸ). GeliÅŸen olaylar uyumsuzlukları, tutarsızlıkları ve karakterlerin derinlerde yaÅŸadıkları çatışmaları su yüzüne çıkaracaktır. Ve anlatılan, insana dair ahlak, iyilik, kötülük, yalnızlık, sevgi, vicdan gibi pek çok meseleyi barındıran, olay hikayesinden ziyade içli ve esaslı bir “durum hikayesidir”.

Kim derdi ki her uygun gördüğü yerde Nuri Bilge Ceylan’a laf iliÅŸtirmekten hazzeden ben, gün gelsin bir güzelleme yazayım.

196 dakika dram filmi çekmek bir cesaret işi bi kere. O 196 dakikanın bu denli akıcı olabilmesini sağlamak da apayrı bir maharet. (Bu arada filmin ilk kurgusu dört buçuk saat imiş, daha sonraki yoğun çalışmaları sonucu üç buçuk saate indirebilmiş Nuri Bilge Ceylan. Bakınız)

Korka korka salona girdik, ama çıktığımızda hakikaten üç buçuk saat oldu mu yahu diyorduk. Her ne kadar pek hazzetmesem de, evvelki filmlerinden, hele hele Bir Zamanlar Anadoluda’da filminden, yönetmenin mekan, görüntü, ışık, açı ve sair teknik detaylar konusunda son derece mahir olduÄŸunu biliyoruz. Sinemayı bıraksın fotoÄŸraf filan çeksin derken de onu kastederdim. Bizim kafamızdaki sinema hareketli kareler bütünüydü. Bir akışı, bir akışkanlığı olmalıydı. Gevezelikten uzak olmalıydı ama konuÅŸmalıydı da. Bir Zamanlar Anadolu’da ile beraber “ÅŸu karaketerleri konuÅŸturayım yahu biraz da” demeye baÅŸlayan Nuir Bilge Ceylan bu kez adeta yılların suskunluÄŸunu yırtar gibi üç buçuk saate yakın bir süre boyunca karakterleri konuÅŸturmuÅŸ. Susmalarına mahal vermemiÅŸ neredeyse. Bu kadar çok konuÅŸtuturuken gevezelik de etmemiÅŸ lakin. Gereksiz, çıkıntı veya sakîl duran tek replik yok neredeyse. Belli ki diyaloglar üzerinde ince ince ve uzunca çalışılmış. Gündelik hayatın can sıkıntılarına, kaygılarına, dertlerine, kabaca hayat gailesinin bütün damarlarına sirayet edebilmiÅŸ ve insanın açmazlarına, tutarsızlıklarına ve samimiyetsizliklerine dair vurguları böylesine yalın, böylesine göze sokmadan yapabilmiÅŸ bir metin ortaya çıkmazdı aksi takdirde.

Haluk Bilginer‘in ÅŸuradaki röportajında söylediÄŸi ve ÅŸurada da belirtildiÄŸi gibi Nuri Bilge Ceylan illa da kendisiyle çalışmak istemiÅŸ. Rolü üç defa reddetmiÅŸ olmasına karşın, yönetmen bu rol için bir baÅŸkasını düşünememiÅŸ. O denli ki “filmin çekimleri senin takvimine uymuyorsa, biz senin takvimine uyarız” demeye kadar vardırmış iÅŸi. Filmi izledikten sonra bunun ne kadar yerinde ve anlamlı bir seçim olduÄŸunu görüyoruz. Zira Haluk Bilginer o kadar güzel ve o kadar inandırıcı canlandırmış ki Aydın karakterini, bu rolün hakkından gelebilecek bir baÅŸka oyuncuyu düşünemez oluyorsunuz. Bir oyuncunun performansı hakkında, kafanızda bir baÅŸka aday oluÅŸmasına izin vermemiÅŸ olmasından daha yeterli bir ölçüt bilmiyorum.

Gelelim Aydın karakterine. Hikayenin merkezinde bulunan Aydın’ın aslında isminde dahi bir ironi var. Yetersizlikler içerisinde, halkından kopuk, hatta onu öteleyici, küçük dünyasının aydını Aydın. KardeÅŸi Necla’nın tabiriyle oturduÄŸu yerden akham kesen, yazılarına konu olanlar ile herhangi bir bağı bulunmayan ve fikri mücadeleden uzak, çağının sorunlarına ışık tutmaya çalışmaktan ziyade kendi benliÄŸine esir olmuÅŸ karton aslandır o. Gündelik hayatın aydınıdır. Bu taraftan baktığımızda Nuri Bilge Ceylan sert bir Türk aydını eleÅŸtirisi yapmış ÅŸeklindeki söylemleri abartılı buluyorum. Olsa olsa aydın olmaktan ziyade bu iddiada olan, entellektüel olmaktan ziyade entellik taslayan, yarı aydın tiplemelerine bir eleÅŸtiri.

Filmin derinlerdeki kasveti su yüzüne çıkaran akışı ile fena halde uyumlu olan müziÄŸi de çok güzel. Sonata in A major, D.959 (II. Andantino) – Franz Schubert

Nihai olarak, 1982’de Yılmaz Güney’in Yol ile aldığı Altın Palmiye’yi Kış Uykusu ile ikinci kez memleketimize kazandıran Nuri Bilge Ceylan’ı takdir etmek gerek. Bu kez yiÄŸin hakkı yiÄŸide : )

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Karpuz KabuÄŸundan Gemiler Yapmak’tan

Pazartesi, 04 Kas 2013 3 yorum

Yok bu sefer filmden bahsetmiyorum. Adı güzel kendi güzel Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminde pek bilinmedik, daha önce duymadığım iki atasözü, bir de deyim vardı. Bayıldım. Söz uçar da da yazı kalır dedim. Ahan da yazıyorum;

Karpuz kabuÄŸundan gemiler yapmak : Olmayacak ÅŸeylere umut baÄŸlamak.

Eşek eşeği ödünç kaşır : Çıkarcı kişi, yardım ettiği kişi de ileride kendisine yardım edecektir beklentisiyle yardım eder.

Acemi nalbant gavur eÅŸeÄŸinde öğrenir : “MesleÄŸinde ustalaÅŸmamış kimse, ilk denemelerini deÄŸersiz malzeme üzerine yapar” anlamında kullanılan bir söz. (TDK)

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Benim Dünyam

Pazar, 03 Kas 2013 3 yorum
Benim Dünyam

Benim Dünyam

(Geniş zaman anlatımının başı)
Varlıklı bir ailenin kızı olan Ela’nın (Beren Saat) iki yaşındayken iÅŸitme ve görme engelli olduÄŸu anlaşılır. Haber aileyi derinden sarsar. Ela büyüdükçe sorunlar da büyür. Akıl hastanesine yatırmak konusunda anne(Ayça Bingöl) direniyor, baba ısrar ediyordur. Tam da bu vakit konuda uzman bir eÄŸitmen-öğretmen olan Mahir hoca (UÄŸur Yücel) çıkar ortaya. Baba ile Mahir hoca arasındaki gerginlik, Ela’nın çaresizliÄŸi, annenin arada kalmışlığı derken Mahir Hoca sonunda baskın gelir ve Ela’ya bir ÅŸeyler öğretebileceÄŸini kanıtlar. Bundan sonrası Mahir hoca ile Ela’nın birlikte yürüyecekleri ve filmin de asıl hikayesi olan uzun bir yoldur.
(Geniş zaman anlatımının sonu)

(Filmi izlememiş olanlar duymamamsı gereken şeyler duyabilir bundan sonra…)

Yazı Tura gibi bir kült filmi ve efsane televizyon dizisi Ä°kinci Bahar‘ı çekmiÅŸ, ama öte taraftan Ejder Kapanı gibi vasat bir filme de imza atmış UÄŸur Yücel televizyon dizileri döneminden sonra televizyon dizisi tadında bir filmle karşımızda. Yekten fikrimi beyan etmiÅŸ oldum. Ki zaten bir filmi yeniden çekmenin esprisi nedir, meçhul bir hikmeti filan mı vardır bilmiyorum, bilen varsa beri gelsin. Geçen sene Özcan Deniz A Moment To Remember‘ı “Evim Sensin” adıyla yeniden çekmiÅŸti. Bu kez UÄŸur Yücel Black‘i “Benim Dünyam” adıyla yeniden çekti. Yine de bir film, sırf bir filmden uyarlama diye kötü olmaz. Ä°yi bile olabilir. Hatta yeterince iyi bir yorum sunarsa küçük ÅŸirinleri bile gösterebilir.

Beren Saat’in görme, iÅŸitme ve dolayısıyla konuÅŸma engelli bir kızı son derece inandırıcı bir ÅŸekilde oynadığını söylemek gerek. Bir de UÄŸur Yücel’in yaÅŸlı Mahir Hoca’yı UÄŸur Yücel gibi oynadığını. Filmin asıl -ve belki de tek- baÅŸarısı ise kostümler ve mekanlarla birlikte biri orta yaÅŸ üzeri, diÄŸeri yaÅŸlı olmak üzere iki Mahir hoca arasındaki geçiÅŸi hakkıyla gerçekleÅŸtirmiÅŸ olmasıdır.

Benim Dünyam

Filmi izlememiÅŸ birinin muhtemel odur ki meraklanacağı en muhim ÅŸey böylesi bir kızın nasıl olup da üniversiteye kabul edilecek denli bir görgü ve bilgiyi edindiÄŸi olsa gerek. Bu, adından da belli olacağı üzere mahir adam, Mahir hocanın elindeki sihirli deÄŸneÄŸi görmek ister insan. Ki filmin başında da bu merak ciddi biçimde besleniyor. Ama o da nesi, koca filmde pilavı kaşıkla yemeÄŸi öğrendiÄŸinden baÅŸkasını göremiyoruz. Sonra birden, üniversiteye kabul edilip edilmeyeceÄŸinin belirleneceÄŸi kurulda kendisine sorulan bir soru üzerine, deÄŸme felsefeciye taÅŸ çıkaracak ÅŸekilde “bilgi” nin tanımını yapan Ela çıkıveriyor karşımıza. Bunlardan baÅŸka bir de Ela’nın iÅŸaret diliyle anlattıklarını kah Mahir Hoca’nın sesli olarak tekrarladığını görüyoruz, kah bir altyazı beliriveriyor. Fena halde sakil. “Yarın öğleden sonra sahildeki çay bahçesine gidelim diyorsun öyle mi ?” Hee olma mı…

Filmin bir diÄŸer eleÅŸtiri hakeden tarafı başından sonuna kadar öğretici, ima etmektense doÄŸrudan söyleyici bir söylemden kurtulamaması. Gösterdikleriyle yetinmeyerek üstüne bir de gösterdiklerinde ne anlattığının altını çizme çabası. Malumdur “Sözün tamamı aptala söylenir”. Ä°ma zekaya hastır. Ä°ma sanattır. Sinema göstermek sanatıdır. Sinema imadır : ) Seyirciye gösterdiÄŸinden ziyade bir de ne anlaması gerektiÄŸini, asıl “çıkarılması gereken” dersin filan ne olduÄŸunu söyleyen düzgün ve vurgulu cümleleri dillendiren dış seslerin sinir bozucu olmaktan baÅŸka bir etkisi yok. Öte taraftan dramın bu kadar halihazırda mevcut olduÄŸu, hikayenin bizatihi son derece dramatik olduÄŸu bir filmde dahi öyle çok matah bir dram da çıkmamış ortaya. Dizilerden az öte, yeÅŸilçamdan çok beri.

UÄŸur Yücel’den çok daha iyilerini bekliyor insan…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Gravity (Yerçekimi)

Pazar, 27 Eki 2013 2 yorum
Gravity (Yerçekimi)

Gravity, Hubble teleskobunu tamir etmekle meÅŸgul bir grup astronotun baÅŸlarına gelen bir felaket sonrası hayatta kalma mücadelelerini konu alıyor. BaÅŸrolleri -tüm rolleri aslında- Sandra Bullock ve George Clooney oynuyorlar. Her ne kadar yakın plan çekimler fazla olsa da çoÄŸunlukla astronot baÅŸlığı içinde yüzlerini bile seçmekte zorlandığımız ve yine çoÄŸu hareketleri bir takım teknolojik araç gereçler eÅŸliÄŸinde gerçekleÅŸtiÄŸi için oyunculuÄŸun öne çıkmasına fırsat verecek bir film deÄŸil Gravity. Lakin ÅŸuradan görebileceÄŸimiz üzere Sandra Bullock’un oynadığı Ryan rolü için Natalie Portman ve George Clooney’nin oynadığı Matt rolu için Robert Downey Jr. düşünülüyormuÅŸ ilk zamanlar. Daha yerinde olurmuÅŸ demeden edemeyeceÄŸim.

Tür olarak bilim kurgu değil. Bilim var da kurgusu yok. Filmde geçenler mevcut bilim-teknik ile yaşanan, yaşanabilir olaylar. Tam olarak dram-gerilim türü bir uzay filmi. Öyle içinde uzay geçen her film bilim-kurgu değildir.

Galiba bol yıldızlı veya bol eÄŸlenceli veya bol aksiyonlu, tez zamanda popüler olması muhtemel, hasılat beklentisi yüksek filmleri ifade etmek için kullanılan “giÅŸe filmi” tabirinden baÅŸka bir de büyüsünü sadece salonda izleyerek algılayabileyeceÄŸimiz filmlere bir tabir gerek. “Salon filmi”, “perde filmi” filan denebilir mesela. Hobbit, Dark Knight, Superman, Spider Man, Avengers gibi filmleri evde izlemek ile sinemada izlemek arasında gece ile gündüz kadar fark var.

Gravity (Yerçekimi)

Gravity tam olarak böylesi bir film. KliÅŸe tabirle görsel şölen. David Copperfield’ı izlemek gibi. Olan bitenden gözünü alamama durumu. Fena halde bastıran bir “seyretme” güdüsü. Bu etkide en büyük pay sahibi insan bünyesinde deÄŸiÅŸik duygular uyandıran uzaydan Dünya görünümü ile ürpertici uzay boÅŸluÄŸunun hemen her sahnede arka planda oluÅŸu ve filmin önemli bir bölümünde ÅŸahit olduÄŸumuz yerçekimsiz ortamın cazibesi. Senaryo, kurgu filan olmasa ve kamera dümdüz orayı burayı çekse izlenir bu arka plan. 3D çekimlerin hakikaten üç boyut duygusu vermesi, görsel efektlerin, kamera hareketlerinin, sesin, müziÄŸin ve diÄŸer bütün teknik detayların fevkaledenin fevkinde oluÅŸu ile bir sinema filminden beklenebilecek pek çok ÅŸeyi pek çok iyi yapmış film. Etkilenmemek mümkün deÄŸil.

(Filmi izlememiÅŸ olanlar duymamamsı gereken ÅŸeyler duyabilir bundan sonra…)

Gravity (Yerçekimi)

Filmle ile ilgili çeşitli eleştirilerde ve astronotlarla yapılmış röportajlarda filmin bir çok teknik hata içerdiğinden bahsedilmiş. Fikrimce bunların bir çoğu gözardı edilebilir. İzleyicinin beğenisini, etkilenişini değiştirecek şeyler de değiller. Meğer bizim atmosferimiz mavi ışığı kırdığı ve dağıttığı için sarı gördüğümüz Güneş, uzaydayken beyaz gözükürmüş. Astronotlar astronot kıyafetlerinin içine öyle havalı iç çamaşırlar değil de özel tasarlanmış bir içlik giyerlemiş. Kimin umurunda.

Ve fakat sinema görsel olduÄŸu kadar soyut ve edebi bir sanat da aynı zamanda. Dolayısıyla bir filmi sadece görsel yanıyla, çekim marifetleri ile deÄŸerlendirmek hata olur. Ardada sıralanmış görüntülerin ve senaryo metninin bir arada anlatabildiÄŸi cümlelerin, hissettirdiÄŸi duyguların olmasını, görsel olarak çok yukarı seviyelere çıkmış olanın mana olarak yüzeyde kalmamasını bekleriz. Gravity’de eksik ve 2001:A Space Odyssey‘de fazlasıyla mevcut olan budur. Ne uzay boÅŸluÄŸunda bir başına hayatta kalma mücadelesinin derinliÄŸine inebilmiÅŸ, ne o büyük çaresizlik havasını hissettirebilmiÅŸ, ne de bir astronotun çok kendine has, çok benzersiz olmasını beklediÄŸimiz ruh haline, duygularına ışık tutabilmiÅŸ. Herhangi bir aksiyon, gerilim veya korku türü filmde rastlayabileceÄŸimiz hayatta kalma mücadelesinden, yaÅŸamak isteÄŸinden çok farklı, çok ötelerde olan bu durumu pas geçmiÅŸ neredeyse.

Bir de iki karakterden birisi panik, stres ve endiÅŸeler içinde hakikatli bir çaresizlik hissi yaÅŸarken ve biraz biraz bize de yaÅŸatabilirken bunu, diÄŸerinin rahat, esprili ve olup bitenlere kayıtsız, cennetten tapulu o rahat hali yaÅŸananların bir kurgu olduÄŸu, aksettirilmeye çalışılan gerçekliÄŸin az sonra duyulacak “kestikk” sesiyle bitiverecek olan bir oyun, ÅŸakacıktan bir felaket olduÄŸu hissiyatı oluÅŸturuyor insanda. Veya en hafifinden, yine o bildik, kabak tadı vermiÅŸ mutlu sonun, ferahlatan kurtuluÅŸun yaÅŸanacağı ÇarÅŸambadan belli oluyor. Daha güzel tabirle; “AÄŸzını büzüşünden Ömer diyeceÄŸi belliydi…”

Bütün olumsuz veya eksik taraflarına rağmen nihai olarak son derece etkileyici ve başarılı bir film olduğunu söylemek gerek.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:,

Jagten (The Hunt – Onur Savaşı)

Çarşamba, 23 Eki 2013 1 yorum


Tam da Kim Ki Duk’un son filmi Moebius‘un sinemalarımızda “Kim Ki Duk’tan Moebius” adıyla gösterime girmesinden bahsediyorduk. Åžaka mısınız ? Filmin adına yönetmenin adının eklendiÄŸi nerede görülmüş. En fazla “a film by Kim Ki Duk” filan der, ilgili arkadaÅŸlara göz edersin. Veya “Oscar nominated director”, “Oscar winner director” filan dersin cezbetmek adına. Geçelim…

Jagten girdi bir hafta sonra. Film isimlerinin birebir çevirilmesi gerektiÄŸi gibi bir kanatim yok elbette. Elin “çattık” dediÄŸine biz “ettik” diyebiliriz. CoÄŸrafya, kültür ve dil farklılıklarından ötürü birebir çevirinin kötü olacağı durumlar vardır. Örneklendirmeye gerek yok. Lakin bu öyle bir ÅŸey deÄŸil. Danimarkalının Jagten, Ä°ngilizin The Hunt, Fransızın La Chasse dediÄŸine Onur Savaşı denmez, dememelisin. Ãœstelik filmin orjinal adı filme müthiÅŸ yakışmış, dolaylı anlatımlara filan da sahip tek başında. Kaldı ki verdiÄŸin isim kötü olmaktan baÅŸka filme dair saÄŸlam bir ön bilgi(spoiler) de içeriyor. Filme geçelim…

Filmi izlemeyenleri uyarayım. Duymamanız gereken şeyler duyabilirsiniz.

(Çok sevmesem de, filmin konusunu anlatmak işini geniş zaman anlatımından başka bir anlatımla pek beceremiyorum. Hoş görüle, es geçile)

ArkadaÅŸ sohbetleriye, dost meclisleriyle ve geyik avcılığıyla hayatlarına devam eden güzel insanların yaÅŸadığı soÄŸuk bir Danimarka ÅŸehri. Çocuklarla arası gayet iyi olan orta yaÅŸlarındaki Lucas öğretmendir ve yalnız yaşıyordur. Okulların tatil olduÄŸu dönemde bir kreÅŸte çalışmaktadır. Sonrasında Lucas’ın en yakın arkadaşının küçük kızının hangi ÅŸartlar ve psikoloji içinde söylediÄŸi filmin geri kalanında biraz biraz anlaşılan yalanı ile hikayenin seyri deÄŸiÅŸir. Lucas çevresi tarafından ötelenmeye baÅŸlar. Hemen hemen bütün eÅŸi dostu aynı tereddütleri yaÅŸar, aynı sorulara cevap arar. Buldukları cevaplar farklıdır. Ä°nsan kırk yıllık dostunu hakikaten de tanıyamamış olabilir mi ? Küçücük bir çocuk böylesi bir yalan söyler mi ? Söylerse neden söyler ? Lucas hakikaten de bir sapkın mıdır ? Yok, masumsa gerçeÄŸi neden yüksek sesle haykırmıyor, isyan etmiyordur ? Mahkemelerin verdiÄŸi kararlar kiÅŸisel vicdan muhasebesini ne kadar deÄŸiÅŸtirir ? Çamurun izi hakikaten kalıyor mudur ? Ve saire. Tam da elde güzel sorular olunca güzel tartışmalar türediÄŸi gibi bu anlatımdan da güzel, saÄŸlam ve etkileyici bir film çıkıyor ortaya.

Hikaye çok bilindik, haberlerde, gazetelerde hatta belki çevremizde duymuÅŸ olabileceÄŸimiz türden aslında. Yalnız yönetmenin konuyu ele alış biçimi, birey ve ait olduÄŸu toplum arasındaki iliÅŸkinin çıkmazlarını, buhranlarını gösteriÅŸ biçimiyle sıradanın çok dışında. Bazen bir atasözü havasında “Hayat atasözlerinin haklılığına ÅŸahit olup durmaktan ibaret çoÄŸu kere” denilebilir hani. Jagten bizim kültürümüzde yer etmiÅŸ pek çok atasözü ve deyimi ilkokul kitaplarımızda okuduÄŸumuz metinlerin sonunda yer alan “metinden çıkarılacak dersler” bölümünde olduÄŸu gibi özetlemiÅŸ hissi uyandırdı bende. Küçücük bir kızın bambaÅŸka maksatlarla söylediÄŸi bir yalanın bütün bir eriÅŸkinler dünyasını alt üst etmesi “Bir deli kuyuya taÅŸ atar kırk akıllı çıkaramaz” gibiydi. Lucas’ın üstüne yapışan suçlama ve aleyhinde hiç bir delil olmamasına ve mahkemede aklanmasına raÄŸmen, toplum nezdinde “elini kolunu sallayarak gezen” bir suçlu muamelesi görmesi “Adın çıkar dokuza, inmez sekize” gibiydi. Ya da cinsel taciz iddiası karşısında küçük bir kız çocuÄŸuna mı yoksa kırk yıllık ahbabları Lucas’a mı laf konduramayacaklarını ÅŸaşıran ahalinin durumu “AÅŸağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık” gibi. Bir de akıllarda soru iÅŸareti bırakan son sahne ile bütün bir film boyunca Lucas’ın masumiyeti konusunda taraf olan, tüm şüphelerden uzak izleyiciye de “Bekara karı boÅŸamak kolay” der gibiydi…

Oyuncu seçimleri karakter ve çehre uyumu açısından çok yerinde. Mesela baÅŸrol oyuncusu Mads Mikkelsen(Lucas), hakkında bilinenleri her an ters yüz edebilecek soÄŸuklukta bir yüze sahip. Öte taraftan kemikli yüz hattıyla da kararlı bir izlenim veriyor. Ne öyle bir seri katil ruhu ya da bir cinsel sapkınlık, ne de ensesine vur lokmasını al saflığı taşıyor. Tam arada, tam dengede bir duruÅŸ. Ki 2012’de Cannes’da En Ä°yi Erkek Oyuncu ödülünü almış da zaten. Ya da küçük kızı canlandıran Annika Wedderkopp (Klara) o psikolojik gerilim-korku türü filmlerinden alışık olduÄŸumuz hafif sinsi, hafif bebeksi küçük yüzüyle istemsiz kötülükler, akla gelmeyecek iÅŸler yapabilecek potansiyele sahip çocuk havasını çok rahat ifade etmiÅŸ. Ne kadar iyi oynandığını destekelemek adına ÅŸu daha ilginç kendi adıma; filmin gerilim uyandırmak, hikayeyi çetrefillendirmek gibi bir derdi olmadığını, asıl ortaya koymak istediÄŸinin bunlardan çok baÅŸka ÅŸeyler olduÄŸu bildiÄŸiniz halde filmden sonra kendinizi alternatif hikayeler üretirken bulmak. Hani tam da ucu açık bırakılmış bir psikolojik gerilim türü filmden sonra olmayanı varmış, olanı öyle deÄŸilmiÅŸ gibi yorumlamaya çalışmak gibi.

Film 2012 yapımı olmasına karşın 2014 yılı için Danimarka’nın Oscar aday adayı imiÅŸ. Yolu açık olsun. Niyetlenip de gidecek olanlar çok niyetlenmesin. Zaten bir kaç salonda gösterilen film haftaya, olmadı diÄŸer hafta kalkar gösterimden. Zira çok müthiÅŸ filmler filan bekliyor sırada.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:, ,