Arşiv

0, 2012 için arşiv

Fetih 1453

Pazar, 25 Mar 2012 2 yorum

Yıllardır her sinema muhabbetinde sıra Türk sinemasının henüz el atmadığı Osmanlı tarihine dair meselelere gelindiğinde “İstanbul’un fethini neden çekmez ki bizimkiler” benzerinde sitemlere konu olan İstanbul’un fethi nihayet sinemaya aktarıldı. Sırf adı bile büyük büyük beklentiler meydana getirdi tabi ki. Heyecanlandık filan hani. “Neden olmasın” a geldik.

Ve fakat ki filmi izledikten sonra “neden olsun ki” ye döndüm ben. Oturduğum yerden filmi yerden yere vurabilirim. Vurasım da var aslında. Lakin ki en nihayetinde ortaya konmuş büyük bir emek ve ciddi bir cesaret gerektiren girişim var. Bende uyandırdığı kötü izlenimlere bu emeğe ve girişime olan saygımdan dolayı biraz ket vuruyorum. Tabi bir de Türk sinemasına Hollywood sinemasından başka sinema tanımayan elitist tavırla yaklaşmak istemiyorum hadiseye.

Film İstanbul’un fethi öncesi yapılan askeri ve siyasi hazırlıklar ile başlayıp, devam edip, fetih ile sonlanıyor. Olay Fatih Sultan Mehmet ve Ulubatlı Hasan üzerinden hikayeleştirilmiş. Araya bir de aşk hikayesi serpiştirilmiş. Yapım ve hikaye elverdiği ölçüde savaş sahneleri var. Zamanın İstanbul’u ve Osmanlı başkenti Edirne grafik ortamla bayağı bir desteklenmiş. Ayrıca bütçesine oranla fazlaca şehir ve tarihi mekan kullanılmış. Oyuncu kadrosu Ulubatlı Hasan karakterini canlandıran oyuncu dışında öyle pek bilindik isimlerden oluşmuyor.

Öncelikle filmin hikayesinde ciddi sıkıntılar olduğunu söyleyeyim. Bir bütünlük oluşturup, film senaryosu haline gelememiş. Bölük pörçük. Olayın ana akışın sağlanacağı nokta bir türlü bulunanamış gibi. Fatih penceresinden mi, bir Osmanlı yeniçerisi Ulubatlı Hasan( ki bu da efsane olabilir) penceresinden mi, yoksa çağın siyasi oluşumu açısından mı, fethin İslam alemi boyutu açısından mı baktığını ifade edememiş. Bunun temel sebeplerinden birisi filme İstanbul’un fethi ile ilgili bilinen ne kadar ortak bilgi ve hikaye varsa dahil edilmeye çalışılması diye düşünüyorum. Efendim işte gemilerin yürütülmesi, fetih öncesi Karamanoğlu Beyliği ile yaşanan gerginlik, Fatih’in -o tablolara konu olan- olay sırasında bir ara ciddi bir şekilde öfkelenip atını denize sürmesi, fetih öncesi Rumeli’ye hisar inşa edilmesi, Ulubatlı Hasan’ın sancağı burçlara dikmesi, Akşemsettin’in Eyyub A.S’ın mezarının yerini bulması, lağımcıların fetih sırasında yaşadıkları, Osmanlı ordusunun son saldırı öncesi cemaat halinde kıldığı namaz, fethin başarısını borçlu olduğu iki büyük top, Fatih’in fetih sonrası şehre girişi, yine Ayasofya’ya sığınmış halka hitaben söyledikleri ve sair…Hepsi mevcut filmde. Hani bu yaklaşım biraz ondan, biraz bundan, biraz da şundan şeklindeki ne üdüğü belirsiz bir yemek tarifine benziyor. İşte bu kadar dallanıp budaklanınca, -popülist ve ticari kaygılardan olsa gerek- hepsini barındırmak isteği taşıyınca hikaye kalmamış ortada. Ordan oraya tam olarak “atlayan” sahnelerin bir araya gelişinden farklı bir şey çıkmamış ortaya. Bütün bunların üstüne bir de vay efendim o sırada Vatikan, yok Cenova yok Mora derken hepten dağıtmış kendini.

Hiç bir olay bu kadar geniş yelpaze ile, her detayı kavrar bir halde sinemaya aktarılamaz diye düşünüyorum. Bir karar vermek, kesip biçmek zorunda kalınır illaki. Aklıma gelen en net örnek Çağrı filmi. Dönemin bir dolu önemli vakasının filmde adı bile geçmiyordu. Miraç’tan tutun da, daha evvel eşi benzeri görülmemiş Hendek Savaşı’na kadar. Veyahut da II.Dünya Savaşı’nı Fetih 1453 gibi çekmiş bir film örneğini bulamazsınız. Her bir II.Dünya Savaşı filmi olayın bir perdesini, bir penceresini, bir dönemini yansıtır. Zaten öbür türlüsünü ya bir belgeselde ya da bir ansiklopedide bulabilirsiniz.

Ayrıca diyaloglardaki sıradanlık ve özensizlik ayan beyan ortada. Hemen her cümlede döneme dair, veya bir olayı izah eder biçimde bilgiler verme durumu fena halde daraltıcı. Hiçbir tadı tuzu yok söylenenlerin. Akşemsettin gibi bir şahsiyetin söyledikleri dahi, dizi karakterlerinin 90 dakikalık süreye oynamak maksatlı gevelemelerinden öteye geçememiş. Artık görmekten içimizin geçtiği bir dolu şey tekrar edilmiş filmde. Birinin bilmem hangi sebepten dolayı bilmem neyden koruyacağına inanarak birine kolye verdiği sahnede gözlerimi kapadım artık…Filmde ikinci bir dil kullanılmaması da enteresan hani. İnsan bari en son Fatih’in Bizans halkına seslendiği sahnede o halkın dilinin kullanılmasını bekliyor. Cık. Bütün senaryo günümüz Türkçe’si. Tabi bu da bir tercih, olabilir. Ama madem günümüz Türkçesi ise tercihin, neden araya bir kaç eski Türkçe kelime sıkıştırmaya çalışırsın, neden Fatih’in şair kişiliğini göstereceğim diye kimsenin tek kelime anlamayacağı bir şiiri koyarsın, bilinmez…

Filmden sonra epeyce tartışılan tarihi olayların yanlış aksettirilmesi konusuna gelince, eğer bu aksettirmek işi bir yalana veya bir iftiraya dönüşmüyor ve sadece bir hikayenin film haline getirilirken yaşadığı dönüşümlerden birisini yaşıyorsa, sıkıntı yok kanımca. Yoksa elbetteki hemen her tarihi filmde benzer bir sürü hata veya yanlışlık bulunabilir.

Böylesi bir filmin en önemli taraflarından birisi olan savaş sahneleri için çok da kötü birşey söyleyemeyeceğim. Hiç fena olmamış. Özellikle surlara doğru yapılan iki büyük saldırı sahnesi ve yakın çekim dövüş sahneleri gayet de başarılı gözüktü gözüme. Arka planda kalan figüranları görmezden gelirsek olmuş diyebilirim. Bir ara Spartacus’deki kılıç sahnelerini bile anımsattı. Bir de iki büyük topun hazırlanışının anlatıldığı bölüm de oldukça başarılıydı. Sorun grafik ortamda oluşturulmuş uzak plan çekimlerin olduğu sahnelerdeydi. Montajda kesin olarak çıkması gerekecek kadar kötü gözüken sahneler. Hele hele Cenova gemisinin batırıldığı ve Bizans imparatorunun Hipodrom’da halka seslendiği sahne bilgisayar oyunlarındaki en alt seviye grafik ayarlarındaki ahali görüntülerini hatırlattı. Bir de uzak plan İstanbul ve Edirne görüntüleri türünün örneklerinde gördüklerimizin yanına dahi yaklaşamamış. Biz ki Yüzüklerin Efendisi’ndeki Minas Tiriht’i veya Cennetin Krallığındaki Kudüs’ü görmüş kuşaklarız. Bu açıdan ayağını yorganına göre uzatamamış, iddialı olmak isterken komik duruma düşmüş denebilir.

Tam da burada karakterlerle ilgili bir kaç şey ekleyeyim. Dönemin önemli isimleri Çandarlı Halil ve Bizans’ın elindeki Fatih’in kardeşi Orhan karakteri berbat bir şekilde işlenmiş ve oynanmış. Yakışıksız olmuş, komik durmuş. O nasıl basiretsiz ve dirayetsiz bir sadrazam görüntüsüdür, o ne silik ve yanaşma bir Fatih Sultan Mehmet kardeşidir. Başarılı olduğunu düşündüğüm dövüş sahnelerindeki Ulubatlı Hasan ile Fatih Sultan Mehmet karakterleri. İnandırmışlar, yakışık almışlar.

En nihayetinde bu tür filmler yapım işidir, bütçe işidir. Ne kadar ekmek o kadar köfteye denk gelebilir biraz. Ama yine de metin daha eli yüzü düzgün olabilir. Olayın felsefesi daha usturuplu bir şekilde anlatılabilir. Hikaye ayakta kalabilir. Oyuncu seçimleri daha iyi olabilir. Aslında bu açılardan bakınca Malkaçoğlu’ndan, Kara Murat’dan çok da öteye geçememiş olduğunu farkettim şimdi. Yazık olmuş.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:

Das Boot ve müzikleri

Cumartesi, 17 Mar 2012 1 yorum

II.Dünya Savaşı filmlerine sardırdım uzun süredir. İzlediğim iki filmden birisi bir II.Dünya Savaşı filmi. Geçen de hemen hemen bütün savaş filmleri listelerinde tepelerde gördüğüm Das Boot’u izledim. Hani şu “director’s cut” denilen yönetmenin kendi montajı olan halini. Üç saatten biraz fazlaca. Ki bu üç saat kapalı alan fobisi olanlar için korkulu rüyaya dönüşebilir.

II.Dünya Savaşı sırasında İngiliz savaş ve ticaret gemilerini batırmakla yükümlü bir Alman denizaltısında yaşananlar anlatılıyor. Savaş filmlerine, hele hele II.Dünya Savaşı filmlerine has bir dolu klasiklikten sıyrılmış. Mesela savaşın henüz Almanya aleyhine dönmediği yıllarda Hitler hakkında, Goering hakkında -biraz ihtiyatlı da olsa- ileri geri konuşabilen subayların olduğunu göstermiş. Veya yahudi soykırımı ile ilgili herhangi bir propaganda girişimi yok. İthafta bile bulunmamış. Ya da olmadık kahramanlıklar, olmadık çıkışlar, olmadık komiklikler şakalar yok. Bir savaştaki insan psikolojisinin nasıl olması gerektiğini tahmin ediyorsak öyle. Tamamen insani boyutlarda kalabilmiş, özellikle de mürettebatın ruh halini fena halde gerçek bir şekilde yansıtabilmiş.

Asıl bahsetmek istediğim filmin kendisi ile kusursuz bir şekilde örtüşen olağanüstü müzikleri. Hep derim, kimi filmler vardır ki müzikleri filme ortalama beğeni itibariyle en az 1 puan katar. Filmi çivi gibi çakar insanın zihnine. Müziği ile eşler insan kafasında. Bir kaç örnek vermezsem çatlarım; The Godfather, Star Wars, Amelie, Requiem For a Dream, Last Mohican, Midnight in Paris, Once Upon a Time in America gibi…Sırf müzikleri ile ayakta kalabilen türlere hiç girmeyeyim. İzledikten sonra anladım ki meğer bizim 80 dönemi filmlerde bolca kullanılmış Das Boot müzikleri. Bir kısmı Banu Alkan’lı, Ahu Tuğba’lı romantik filmler kuşağını, bir kısmı da hemen her tür filmdeki mafya hesaplaşmalarını, gerilimin arttığı sahneleri hatırlatıyor. Yanlış hatırlamıyorsam Kemal Sunal filmlerinde de kullanıldı bir kısmı. Merak edenler için şurasını işaret edeyim.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:, ,