Arşiv

‘Kitap’ kategorisi için arşiv

Cemil Meriç – “Bü Ülkede Yaşanmaz !”

Salı, 28 Tem 2015 3 yorum

Nicedir aklımda Cemil Meriç‘in 50 yıl önce söyleyip de hâla geçerli olan serzenişleri. Jurnal‘i okurken bu üllkede yaşanmazcılara çıkıştığı benzer iki paragrafa daha rastladım. Bir araya getirivereyim dedim;

1974 yılında yayımlanan Bu Ülke kitabından;

Her dudakta aynı rezil şikâyet: Yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lâğım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır. Onlar Türkiye’nin insanından şikâyetçi. İnsanından yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır.

Şu satırlar da Jurnal‘den. 6 Ağustos 1963…

Kulakları tırmalayan aynı şikayet: bu memlekette yaşanmaz. Doğru! Kapitalizm, Bizans’ın canım havasını fabrika bacaları, egzoslar, genzi ve ciğerleri kemiren murdar kokularla yaşanmaz hale getirdi. Ama efendilerimizi tedirgin eden bu lağım kokusu, bu kıyamet gününü hatırlatan insan ve makina uğultusu, bu toz, bu sinek değil ki. Onlar İstanbul’un insanından şikayetçi. İstanbul’un insanından yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Bu memlekette yaşanmaz diyenin yüzüne tüküresim geliyor.

Türkiye’yi yaşanmaz bulanlar, Türkiye’yi yaşanmazlaştıranlardır. Yani aydınlar, karaborsacılar… Bir kelimeyle tesadüfün başlarına bir ikbal tacı veya imtiyaz miğferi oturttuğu şuursuz ve mesuliyetsiz herifler. Çağdaşlarına küfredince yükseldiklerini, günahlarından kurtulacaklarını vehmeden bir alay hergele…”

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Sivil Dikkatsizlik

Perşembe, 24 Eki 2013 Yorum yapılmamış

An itibariyle herkesin hissederek, sezerek bildiği bir şeye daha birilerinin vakti zamanıyla güzel bir isim verdiğini öğrenmiş bulunuyorum; sivil dikkatsizlik.

“Amerikalı sosyolog Erving Goffman, sivil dikkatsizliği, bir şehirde yabancılar arasında yaşamayı mümkün kılan teknikler arasında en başta saymıştır. Sivil dikkatsizlik, kişinin bakmıyor ve dinlemiyor gibi yapmasıdır; ya da en azından kişinin bakmadığı, işitmediği ve hepsinden önce çevredekilerin ne yaptıklarıyla ilgilenmediği havasını verecek bir tavır takınmasıdır. En yalın haliyle kendini göz göze gelmekten kaçınmakta ortaya koyar. (Gözlerin karşılaşması her zaman yabancılar arasında izin verilebilir olandan daha kişisel bir ilişkiye davettir; bu da kişinin anonim kalma hakkından vazgeçmesi ve başka insanların gözünde görünmez kalma yönündeki varsayılan hakkından ve kararlılığından feragat ettiği veya bunları askıya aldığı anlamına gelir). Göz göze gelmekten itinayla sakınmak kişinin gözleri ara sıra ya da kazara başka birine kaysa bile, dikkat etmediğinin alenen ilanıdır. (Aslında kişisel karşılaşma amaçlanmadıkça kişisnin gözlerinin durmamak ve odaklanmamak koşululyla kaymamasına izin verilir). Hiç bakmamak da mümkün değildir. Herhangi bir yerleşim merkezinin sokakları çoğu zaman kalabalıktır ve sırf bir yerden başka bir yere gitmek bile, çarpışmadan kaçınmak için önünde uzanan yol ile yolda dikilen ve hareket eden her şeyin dikkatle gözlenmesini gerektirir. Gözlem yapmadan duramasak bile, bu, bakışımızın takıldığı insanları rahatsız ve tedirgin etmeden, hissettirilmeden yapılmalıdır. Kişi bakmıyormuş gibi yaparak görmelidir; bu, sivil dikkatsizliğin özüdür. Her gün yaşadığınız, kalabalık bir mağazaya girme, bir tren istasyonunun bekleme salonundan geçme ya da yalnızca okula giderken sokakta yürüme deneyimlerini düşünün;kaldırımda güven içinde yürümek ya da bir mağaza ya da sergideki vitrinleri ayıran geçitler arasında dolaşmak gibi, yapmış olmanız gereken bütün o küçük küçük hareketleri düşünün; ve yanında gelip geçtiğiniz sayısız yüz arasından ne kadar azını hatırlayabildiğinizi, aynı mağazada ya da aynı caddede geçiştiğiniz ne kadar az yüzü betimleyebileceğinizi düşünün. “Dikkat etmeme” -yabancılara, önünde gerçekten önemli şeylerin olup bittiği boş bir perde olarak bakma- gibi zor bir sanatı ne kadar iyi öğrenmiş olduğunuza şaşıracaksanız.

Yabancıların birbirine karşı davranışlarında gözettikleri özenli, incelikli dikkatsizlik, kentsel koşullarda yaşamı sürdürme açısından tartışmasız çok değerlidir. Ancak bunun sevimsiz sonuçları da vardır. Bir köyden ya da küçük bir kasabadan yeni gelmiş biri genelde büyük şehrin kendine özgü aldırışsızlığı ve soğuk ilgisizliği karşısında şaşırıp kalır. İnsanlar sanki öteki insanlara dikkat etmezler. Canlı olarak insanlara bakmadan gelip geçerler. Eğer başınıza kötü bir şey gelse, kimsenin kılının kıpırdamayacağına bahse girebilirsiniz. Sizinle onlar arasında bir sakınma duvarı, hatta belki de bir antipati duvarı çekilmiştir; bu, kimsenin aşmayı düşünemeyeceği bir duvar, kapatma şansının pek olmadığı bir mesafedir. İnsanlar boşuna ümitlenecek kadar fiziksel yakınlık içindedirler, ancak ne var ki manevi bakımdan -zihinsel, ahlaki- olarak biribinden sonsuz uzak kalmayı başarırlar. Onları ayıran sessizlik ve yabancıların varlığında hissedilen tehklike karşısında becerikli ve vazgeçilmez bir silah olarak kullanılan mesafe koyma bir tehdit gibi algılanır. Kalabalıkta kaybolmuş biri kendi kaynaklarıyla başbaşa bırakılmış hisseder kendini; önemsiz, yalnız ve vazgeçilebilir hisseder. Özel alanı tecavüz karşısında korumaya dayalı güvenlik, yalnızlık olarak geri teper…

(Zygmunt Bauman – Sosyolojik Düşünmek)

Kavram olarak üzerine ekleyecek bir sözüm yok. Haddime de değil. Lakin bu durum, işte bu sezerek bildiğiniz şeyin halihazırda bir adı, literatürde bir karşılığı olduğunu görmek günün orta yerinde gece görülen rüyayı hatırlamak gibi, çoktan seçmeli olsa seçebileceğiniz, ama aslında tam olarak bilemediğiniz bir sorunu cevabı gibi.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Eylül

Çarşamba, 28 Kas 2012 Yorum yapılmamış

İlk defa bir kitap hakkında yazıyorum. Yazmalıydım ama.

Aşkın bütün hallerini, sırlarını, tereddütlerini, çıkmazlarını ve açmazlarını, sevinçlerini, coşkularını, umutlarını, melankolisini ve ızdıraplarını olabildiğince çıplak şekilde ifade eden bir manifestodur gözümde Eylül. Kitabın tanıtım yazısında da söylediği üzere Mehmet Rauf‘a tek başına şöhret sağlayan, üstadım dediği Halit Ziya’ya atfettiği eseri.

Olaylardan çok karakterlerin iç dünyalarının dillendirildiği, duyguların hakim olduğu, derin ve uzun halet-i ruhiye tahlillerinin yer aldığı bir psikolojik roman, ki türünün memleketteki ilk örneği sayılıyor. Bu özellikleri ile Peyami Safa‘yı andırıyor, daha da ötesinde öncüsü gibi. Yalnızız, Bir Tereddüdün Romanı ya da Matmazel Noraliya’nın Koltuğu ele aldıkları konular açısından olmasa da, üslup ve teknik açısından, bulunduğu ahlaki çizgi açısından benzer Peyami Safa romanları.

Günümüzden bakıldığında kitabın dili ağır. Üslubu yavaş okutuyor. Öyle bir solukta okunan romanlardan değil Eylül, uzunca soluklar aldıran türden. Şu saçma, kalitesiz, veya hiç değilse boş olduğu düşünülen ama bir şekilde kendini izlettirdiği belli olan diziler misali, hikayeye yedirilmiş iç gıdıklayan, merak ettiren, magazinel mevzulara sırtını yaslayan aşk romanlarından hiç değil. En yalın, en düz ifadesiyle “delikanlı” bir roman. Esas bahis konusunu çeşitlendirme, abartma veya sulandırma gereği duymamış, aşka dair bütün o duyguların saf halini yazıya aktarabileceği en mümkün kelimelerle, ifadelerle dile getirmiş.

Benim okuduğum baskısında (Özgür Yayınları) eski kelimelerin günümüz Türkçe’sindeki karşılıkları parantez içinde verilmiş. Ki iyi de etmişler. Bu, insanın zihninde manası bir türlü tam olarak yerleşmemiş ama sıkça duyduğu, ve maalesef artık eskimiş, sözlüklerde kalmış kelimeleri öğrenmeye, bir dolu duygunun ayrıntılı tahlilini anlamaya yardımcı oluyor. Bu zengin kelime dağarcığı ile daha net, daha vurucu ve insan duygularına daha yakın ifadeler üretebilmek, bir başka ifadeyle “dil hapishanesinden” kaçmak daha mümkün hale geliyor tabi.

Çok uzatmayayım, “sinema bitti edebi eleştiri kaldı” dedirtmeden, romandan bir kaç alıntı ile bitireyim.

“Fakat Necip gittikçe nefsine karşı malik [sahip] olduğu idaresinde aciz [güçsüz] olduğunu görüyordu. Zira onun şiddetli bağlılığı bu hale geldikten sonra tahammülsüz [dayanılmaz] bir susuzluğa benzer hararet alıyordu. Onda bu kadar artan bu incizap [kapılma], artık tagaddiye [beslenmeye] şiddetli bir ihtiyaç hissediyordu;ona, onun ruhuna hulul [karışmak] ihtiyacıyla çırpınıyordu. Her zaman onun yanından ayrılmamak endişesi, şimdi ona karışmak galeyanlarına [coşkusuna] müncer oluyordu [dönüşüyordu].”

“Süreyya’yı koltukta uyuklar buldular. Necip taaccüp ediyordu [şaşırıyordu]. Suat sadece bir “Musikiyi sevmez ki” dedi ve Suat’ın sesinde öyle derin bir esef [üzüntü] hisseti ki bundan derin derin mesut oldu. Demek ikisi de sade bir şeyi seviyorlardı ve o kadar seviyorlardı ki, onunla dünyayı, dünyanın her şeyini, hatta onu, Süreyya’yı unutuyorlardı. O zaman sade ikisinin ruhu yalnız, kucak kucağa dolaşıyorlardı, orada yalnız kalıyorlar, Süreyya bile oraya gelemiyordu. O zaman musiki ona başka manalar, başka vazifelerle görünmeye, ruhların müellifi [buluşturucusu], kalplerin mülhimi [ilham vericisi] gibi gelmeye başladı. O bir cihan, bir cihan-ı perestiş [tapılacak dünya] oluyor ve orada Suat’la beraber olmak, bu fena dünyada olmamışlarsa hiç olmazsa orada birleşmiş olmak, onu mest ve bihuş [baygın] ediyordu.”

“Başka çare olmadığını, alışmak lazım olduğunu görüyor, itiyadın [alışkanlığın] büyük bir kuvvet bulunduğunu anlıyordu; ve etrafına bakınca herkesin hayatında da birçok cerihalar [yaralar], inkirazlar [tükenişler], müsibetler görüp itiyat [alışkanlık] ile bunları unuttuklarını düşünerek, hayatı bu kadar çok müsaadesi için bile seviyordu. İşte hayatında bulduğu en büyük bir iyilik, bütün fenalıklarını tazmin edecek kadar büyük bir lütuf bu alışabilmek idi; herkes felaketlerine tahammül ile başlıyor ve tahammülle itiyat ederek [alışkanlık kazaranak] mukavemet edebiliyordu [dayanabiliyordu].”

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Edebiyat, Kitap Etiketler:, ,