Vodafone Freezone – Perde Reklamı

Pazartesi, 17 Kas 2014 1 yorum

Adı geçen reklam şu minval üzere seyreder;

Odasında oyun oynayan genç yaklaşan ayak seslerinden irkilir ve annesinin kendisinden perde takmasını isteyeceğini anlar. Aklına cin bir fikir gelir. Hemencecik gömleğini ve kravatını üzerine geçirerek, cep telefonu ile görüntülü iş görüşmesi yaptığı pozlarına girer. Odaya girdiğinde bunu gören annesi de, oğlunun güzel bir iş bulmak üzere olduğunu düşünüp, sevinç içinde kapıyı usuluca kapatıp geri döner.

Hayır ulan. İtiraz ediyorum !

Anneye yardım etmek ne güzel şeydir. Annenin ev içerisinde ailesi uğruna harcadığı emek de ne güzeldir ayrıca. Lanet olasıca “piyasada” bir değeri/karşlığı/ederi/fiyatı yoktur bu emeğin, ama yüce bir emektir.

Anneye yardım etmek ne güzel şeydir. O güzelliği değersizleştirmek şöyle dursun, kurtulmak üzere yalan söylenecek bir şey de değildir. Hele hele “Annenin perdeleri varsa, seni de bu durumdan kurtaracak bilmem kaç gb bilmem ne paketi var” cümlesindeki “kurtulunacak şey” hiç değildir.

Oyun oynarken edindiği hazdan geçici bir süreliğine vazgeçip, perde takmak türünden basit bir zahmete katlanmamak uğruna dahi yalan söyleyebilen bir genç tasvirine başvurmak fena halde çirkindir.

Bireysel çıkarlarınıza ters düşen, sizi hazlarınızdan uzaklaştırıp zahmetlere yaklaştıran her türden durumda bizim teknolojik üstünlüğümüzden faydalanarak “masum hilelere” başvurabilirsiniz göndermesi ayrıca bir kötüdür, rasyonel bile değildir.

Hee unutmadan anneler öyle sizin sandığınız ve resmettiğiniz kadar saf da değildir. Onların bilme türü sizin bilme türünüzden çok başkadır. Siz bu zihin dünyasıyla anlayamazsınız lâkin.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

The Black Hole

Pazartesi, 03 Kas 2014 Yorum yapılmamış

Geçenlerde denk geldiğim “The Black Hole” adında bir kısa film ve benzer çağırışımlar içeren bir hikaye.

Şöyle ki;

Asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır: Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir. Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz. Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner, ama kaçamaz. Aslında bu maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece, kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey, elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Diğer Etiketler:,

Ramazan Davulcusu Muhafaza Edilir mi ?

Perşembe, 10 Tem 2014 1 yorum

İftar sebebiyle misafirlikte olduğumuz sırada Ramazan davulcusu meselesi bardağına son damla damlayıverdi. Malûmdur, Ramazan davulcuları Ramazan ayının belli günlerinde kapılara gelerek halktan bahşiş toplarlar. Bu kez de öyle oldu. Ezanı beklerken kapı çaldı, gelen Ramazan davulcusu. Salondaki herkesin elini cebine atıp da hesap ödenirken yaşanan bir Türk klasiği yaşanmasına izin vermemek için -hiç taraftar olmasam da bu işe- silahına davranan kovboy gibi bir hamlede cebimdeki bozukları çıkarıp uzatıverdim arkadaşımın eşine. Lakin kapıdan geri döndü, “5 lira veriliyormuş” diyerekten. O nasıl edilgen bir cümledir yahu, bahşiş dediğinin apartman aidatı gibi miktarının belirlendiği nerede görülmüş. Ayıptan da öteydi durum. Kalktım yerimden, kapıya gidip elindeki bozuklukları da alıp hadi güle güle dedim, en kendime mukayet olabilen halimle.

Mesele aslında Tanzimat’tan beri süregelen, muhafazakârın neyi muhafaza edip neyi etmeyeceğine dair meseledir. Muhafazakâr olmanın değişmemek, ne pahasına olursa olsun geleneği ve mevcudu korumak olarak algılandığı memlekette, yok arkadaş muhafazakâr neyi muhafaza edeceğine, neyi ne kadar ve ne sürede değiştireceğine karşı ortaya konan bütün bir hayat görüşüdür şeklinde izahlar yapmak çok kabul göresi, anlaşılmak istenesi olmuyor. Varsın olmasın. Dünya yine de dönüyor.

Ramazan davulcusuna sırf bir gelenek olduğu için sahip çıkmak körü körüne gelenekçilikten öteye gitmez. Kuru kuruya nostalji sevdasında tıkanır kalır. Müslüman bir bünyenin komşularına rahatsızlık veriyor olduğunu hissetmesi rahatsızlık vericidir. Müslüman bir bünye aynı sokakta, aynı binada yaşadığı oruç tutmayan diğer dinlere mensup komşularına ve oruç tutamayan kendi dinine mensup komşularına(çocuk, hasta, yaşlı, günahkâr ve sair) gecenin bir vakti uyanma baskısı yapılmasına da razı olmaz. Ki ayrıca oruca niyeti olan sahura kalkar zaten, namazda gözü olanın ezanda da kulağı olsun zaten.

Üstelik meselenin estetik-fayda türünden bir açmazı dahi yok. Misal ben Boğaz Köprüsündeki ışık oyunlarını son derece estetik buluyorum, bir temâşa olduğunu ve bir güzellik ortaya koyduğunu düşünüyorum. Ve fakat bunun elektrik israfı olduğunu söyleyenleri de anlayabilirim. Burada bir görüş farkı, bir tercih farkı bulunur. Her ikisinin de kendince haklı gerekçeleri mevcuttur. Amma velâkin Ramazan davulcusunun meydana getirdiği rahatsızlıktan başka, estetik açıdan da son derece zayıf, amiyane tabirle kafa ütüleyen bir tınısı var. Çalınana ritim denebilirse, kuru bir ritim. Davulun sesi uzaktan bile hoş gelmiyor. Ne bir ahenk, ne bir hoş sedâ. Eskiden, hani o geleneği gelenek yapan Ramazan davulcularında, hiç değilse biraz müzikâl biraz edebî bir kaygı var imiş. Güzele meylederlemiş yaptıkları işte. Mâni söylerler, o maniye uyum sağlayacak hoş bir ritim tutturmaya çabalarlarmış. Şimdilerde o da yok. “Dostlar alışverişte görsün, salla başı al maaşı, haa üç kere de gelir bahşişimizi toplar oluruz.”

Bütün bunlara, muhafazakar hayat görüşüne sahip kimilerinden “E, o zaman ezan da yüksek sesle okunmasın!” şeklinde itirazlar gelir hep. Kaçırılan, karıştırılan husus şudur; Ezan İslâmın temel direği olan namazın işaretidir. Değiştirilmesi din kavramı bağlamında mümkün değildir. Bir gelenek değildir, bir alışkanlık hiç değildir. Sırf kimileri rahatsız oluyor diye dinin temellerinden vazgeçilemez, özgürlük tartışmalarına konu edilemez. Kapı kapalıdır bundan ötesine. Ki o kapıdan ötesi bu yazının bağlamından çok başka tartışma meselelerine, bambaşka hayat görüşleri çaprışmasına açılır. Lakin mesele o değil.

Velhasılıkelam Ramazan davulcusu “sahip çıkalım” türünden bir gelenek değildir. Edep dairesi içerisine sığdırılabilecek bir masumiyeti, nostaljisi de yoktur. Tiz terk edile !

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Kış Uykusu (Winter Sleep)

Pazartesi, 07 Tem 2014 3 yorum
Kış uykusu, winter sleep

Kış Uykusu (Winter Sleep)

Film şu minval üzere cereyan etmektedir;

Aydın(Haluk Bilginer) emekli bir tiyatro oyuncusudur ve oyunculuğu bıraktıktan sonra Kapadokya’da babasından yadigar kalan butik oteli işletmektedir. Bir yandan da yerel bir gazeteye köşe yazıları yazmaktadır ve bir tiyatro tarihi kitabı yazmak üzere çalışmalarını sürdürmektedir. Hayatında iki kadın vardır; zihin dünyaları arasında ciddi fark olan genç karısı Nihal(Melisa Sözen) ve boşandıktan sonra yanlarına taşınan kız kardeşi Necla(Demet Akbağ). Gelişen olaylar uyumsuzlukları, tutarsızlıkları ve karakterlerin derinlerde yaşadıkları çatışmaları su yüzüne çıkaracaktır. Ve anlatılan, insana dair ahlak, iyilik, kötülük, yalnızlık, sevgi, vicdan gibi pek çok meseleyi barındıran, olay hikayesinden ziyade içli ve esaslı bir “durum hikayesidir”.

Kim derdi ki her uygun gördüğü yerde Nuri Bilge Ceylan’a laf iliştirmekten hazzeden ben, gün gelsin bir güzelleme yazayım.

196 dakika dram filmi çekmek bir cesaret işi bi kere. O 196 dakikanın bu denli akıcı olabilmesini sağlamak da apayrı bir maharet. (Bu arada filmin ilk kurgusu dört buçuk saat imiş, daha sonraki yoğun çalışmaları sonucu üç buçuk saate indirebilmiş Nuri Bilge Ceylan. Bakınız)

Korka korka salona girdik, ama çıktığımızda hakikaten üç buçuk saat oldu mu yahu diyorduk. Her ne kadar pek hazzetmesem de, evvelki filmlerinden, hele hele Bir Zamanlar Anadoluda’da filminden, yönetmenin mekan, görüntü, ışık, açı ve sair teknik detaylar konusunda son derece mahir olduğunu biliyoruz. Sinemayı bıraksın fotoğraf filan çeksin derken de onu kastederdim. Bizim kafamızdaki sinema hareketli kareler bütünüydü. Bir akışı, bir akışkanlığı olmalıydı. Gevezelikten uzak olmalıydı ama konuşmalıydı da. Bir Zamanlar Anadolu’da ile beraber “şu karaketerleri konuşturayım yahu biraz da” demeye başlayan Nuir Bilge Ceylan bu kez adeta yılların suskunluğunu yırtar gibi üç buçuk saate yakın bir süre boyunca karakterleri konuşturmuş. Susmalarına mahal vermemiş neredeyse. Bu kadar çok konuştuturuken gevezelik de etmemiş lakin. Gereksiz, çıkıntı veya sakîl duran tek replik yok neredeyse. Belli ki diyaloglar üzerinde ince ince ve uzunca çalışılmış. Gündelik hayatın can sıkıntılarına, kaygılarına, dertlerine, kabaca hayat gailesinin bütün damarlarına sirayet edebilmiş ve insanın açmazlarına, tutarsızlıklarına ve samimiyetsizliklerine dair vurguları böylesine yalın, böylesine göze sokmadan yapabilmiş bir metin ortaya çıkmazdı aksi takdirde.

Haluk Bilginer‘in şuradaki röportajında söylediği ve şurada da belirtildiği gibi Nuri Bilge Ceylan illa da kendisiyle çalışmak istemiş. Rolü üç defa reddetmiş olmasına karşın, yönetmen bu rol için bir başkasını düşünememiş. O denli ki “filmin çekimleri senin takvimine uymuyorsa, biz senin takvimine uyarız” demeye kadar vardırmış işi. Filmi izledikten sonra bunun ne kadar yerinde ve anlamlı bir seçim olduğunu görüyoruz. Zira Haluk Bilginer o kadar güzel ve o kadar inandırıcı canlandırmış ki Aydın karakterini, bu rolün hakkından gelebilecek bir başka oyuncuyu düşünemez oluyorsunuz. Bir oyuncunun performansı hakkında, kafanızda bir başka aday oluşmasına izin vermemiş olmasından daha yeterli bir ölçüt bilmiyorum.

Gelelim Aydın karakterine. Hikayenin merkezinde bulunan Aydın’ın aslında isminde dahi bir ironi var. Yetersizlikler içerisinde, halkından kopuk, hatta onu öteleyici, küçük dünyasının aydını Aydın. Kardeşi Necla’nın tabiriyle oturduğu yerden akham kesen, yazılarına konu olanlar ile herhangi bir bağı bulunmayan ve fikri mücadeleden uzak, çağının sorunlarına ışık tutmaya çalışmaktan ziyade kendi benliğine esir olmuş karton aslandır o. Gündelik hayatın aydınıdır. Bu taraftan baktığımızda Nuri Bilge Ceylan sert bir Türk aydını eleştirisi yapmış şeklindeki söylemleri abartılı buluyorum. Olsa olsa aydın olmaktan ziyade bu iddiada olan, entellektüel olmaktan ziyade entellik taslayan, yarı aydın tiplemelerine bir eleştiri.

Filmin derinlerdeki kasveti su yüzüne çıkaran akışı ile fena halde uyumlu olan müziği de çok güzel. Sonata in A major, D.959 (II. Andantino) – Franz Schubert

Nihai olarak, 1982’de Yılmaz Güney’in Yol ile aldığı Altın Palmiye’yi Kış Uykusu ile ikinci kez memleketimize kazandıran Nuri Bilge Ceylan’ı takdir etmek gerek. Bu kez yiğin hakkı yiğide : )

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Futbol Efsanesi

Cumartesi, 01 Mar 2014 2 yorum

Önceleri pek laf kondurmazdım takım tutkusuna. Futbolu lümpen bağımlılığı olarak görenleri pek bi züppe bulurdum. Afyonlardan bir afyon daha diyenler de vardı bu züppeler arasında. Hiç entellektüel değildi futbol, zihin filan açmıyordu, düşüncelere gark etmiyordu, bir ideolojisi filan da yoktu. Öyle bir maç izleyip de hayatınızın değiştiği de olmuyordu. Bir takıma, bir renk ikilisine bu kadar bağlanmayı, bu kadar sevmeyi pek de matah bir şey olarak görmeyenlere dilim döndüğünce anlatmaya çalışırdım, hep bir ağızdan bir şeyi sevdiğini haykırmanın, hiçbir siyasi, etnik, kültürel, dinsel fark gözetmeden bir şeyi beraberce sevmenin ne kadar romantik, ne kadar şiirsel bir şey olduğunu. Bir şeyi karşılık beklemeden sevmenin örneği dendiğinde ahan da takım sevgisi size derdim. Saf bir sevgiydi gözümde bir takımı sevmek. Sakaryaspor’u, Boluspor’u, Adana Demirspor’u, Gençlerbirliği’ni, Karşıyaka’yı, Göztepe’yi, Beşiktaş’ı, Fenerbahçe’yi, Galatasaray’ı sevmek. Sevinmek için sevmenin olmadığı yerdi orası. Hesabı kitabı yoktu bu işin. Ne üstüste üç galibiyet alınca artıyordu sevginiz, ne de ezeli rakibinizden esaslı bir fark yiyince azalıyordu.

Hem severken bozmazdık, üzmezdik de. Zararımız yoktu kimselere. Sporcunun da ahlaklısını severdik. Şahsiyet meziyet ayrımında şahsiyetti tercihimiz. “Filancayı hiç sevmem, o.ç’nun önde gideni, ama iyi topçu” demezdik. Türlü hile ve hurdayı, ahlaksızlığı ve çirkinliği “profesyonellik çerçevesinde yapılan” hareketler olarak değerlendirmezdik. Vurmadan kırmadan parçalamadan kazansak iyi olurdu, ama kazanmasak da olurdu. İlla da endüstriyel olacaksa, bizim “endüstriyel futbolumuz” işçinin hakkını vermeliydi, ihaleye fesat karıştırmamalıydı, çevreyi kirletmemeliydi, kirli atıklarını en yakın dereye boşaltmamalıydı, dereyi de sevmeliydi, balıkları da.

Sonra ne olduysa oldu…Trafikte beş saniye önce türlü küfürler savurduğu adamın yaptığının aynısını yapmak için aradan iki dakika bile geçmesine gerek olmayan yıllara gelmiştik…Tam olarak hangi yıllara tekabül eder futbolun bu kadar çirkinliği barındırır hale gelmesi bilmiyorum. İlk taşı kim attı, ilk kurşunu kim sıktı bilmiyorum. Ne olursa olsun sevmekten, ne olursa olsun kazanmaya doğru ne zaman evriliverdi mevzu bilmiyorum. Lakin durduramadık. Geri döndüremedik. Gitme kal diyemedik. Her göz yumuşumuz, her “bu sefer de böyle kazanalım” deyişimiz, her haksız kazanca seyirci kalışımız, her hakemi aldatışımız, her tribünlere oynayışımız, her maç öncesi ve sonrası açıklamamız, her canlı yayın ve spikerimiz, her köşe yazarımız ve köşe yazımız, her yöneticimiz ve başkanımız, her tezahüratımız ve her ıslığımız, her sevinmekten çok meydan okur halimiz, her üzülmekten çok isyan eder halimiz ile koca bir bardağa damlalar damlattık. Bardağı doldurduk, taşırdık.

Lanetlerden lanet okuduğum bir İnönü gecesiydi. Beşiktaş… Hani şu halkın takımı olan, hani diğer büyüklere büyüklük taslamayan, mütevazı bir duruşa sahip olmayı büyük olmaya yeğleyen, hani şu şampiyonluğun averaj hesabına kaldığı son hafta, rakibi hiç bir ar duygusuna kapılmadan 8 tane atarken, kendi maçını güç bela 3-1 kazanan, hani şu şerefli ikinciliklerin takımı, hani şu centilmenler centilmeni, beyefendiler beyefendisi, rakip takımla aynı uçaktayken sevinç kutlaması yapmaktan imtina eden adam Süleyman Seba’nın onursal başkan olduğu, taraftarının akla ilk gelen özelliği vefa olan, yağmurlu bir günde aşık olunan Beşiktaş. Kazanmak adına bu kadar aleni bir şekilde şirretleşen ve çirkefe bulanan bir takımı bütün bir tribünün yer yer alkışladığını, çoğu kere sükut ettiğini görmekti sanırım bardağı taşıran damla. O toz pembe, o destansı takım tutkusu bir karton aslan, bir yazılmış tarih, bir uydurulmuş efsane gibi geldi gözüme birden. Aldığı küçücük bir darbe sonucu veya belki aslında hiç olmayan o darbe sonucu yerde yatıyordu, o güzeller güzeli çubuklu siyah beyaz formayı sırtında taşıyan bir Beşiktaş’lı futbolcu. Rakibin hakkına tecavüz eden ve rakibe saygıdan nasibini almamış, hakemi ve tribünleri aldatma çabası ile yerde kıvranan o adama tek tepki olmadığı gibi, bu davranış “profesyonelce” görünüyordu çoğunluğa. Hatta o yerde yeten adama iki çift laf eden bana, yerimin rakip tribünler olduğunu filan söylüyordu bir grup. Anlamıştım nihayet. Artık bir kazanış biçimi, bir üstün gelme biçimiydi bu. Ne olursa olsun kazanış biçimi. Ne olursa olsun başarış biçimi. Atıklarını en yakın dereye boşaltan, kârdan başka amaç ve ideal taşımayan halka açık bir şirket gibiydik. Hepimiz ortaktık. Derenin de canı cehennemeydi, balıkların da…

Hiç bu kadar takım sevgisinin aslında haketmediği kadar efsaneleştirildiğini düşünmemiştim. Hiç bu kadar neresinden tutsan elde kalır bir hale de gelmemişti futbol. Her daim savunulacak bir taraf bırakırdı bize. Sığınıverirdik o güzelliğe. Artık yok. Kalmadı. Beceremedik sevmeyi. Derenin de canı cehenneme balıkların da…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Hibernate Criteria API – Restrictions.sqlRestriction metodu

Cumartesi, 01 Mar 2014 Yorum yapılmamış

Hibernate Criteria API’de hazırlanmakta olan sql’e “native sql” ekleyebilmemizi sağlayan özel bir metot bulunuyor; Restrictions.sqlRestriction(). Özellikle veritabanı fonksiyonlarından faydalanmak istediğimizde veyahut da düz sql ile daha kolay halledebileceğimizi düşündüğümüz durumlarda kullanışlıdır da.

Fakat bu metodun tek parametre alan hali sorunlara yol açabilir. Eğer kullanıcı tarafından(ekrandan, dosyadan vs.) girilen değer bu sql ifadesine doğrudan parametre olarak ekleniyorsa muhtemel bir “sql injection” veya yapısı bozulan bir sorgu(missing right/left parenthesis, invalid character vs.) ile karşılabilirsiniz.

Bu durumlardan sakınmak için metodun parametrelerinin tipini de belirtebildiğimiz versiyonunu kullanmak gerek.

//...
Criterion criterion = Restrictions.sqlRestriction("NLS_LOWER(USER_NAME, 'nls_sort = XTurkish') like  '" + userName + "'");
//...

şeklinde parametreyi sql ifadesine doğrudan eklemek yerine

//...
//Tek parametre olmasi durumundaki kullanim
Criterion critCode = Restrictions.sqlRestriction("NLS_LOWER(USER_NAME, 'nls_sort = XTurkish') like ? ", userName, StandardBasicTypes.STRING);
//...
//Birden fazla parametre olmasi durumundaki kullanim
Object[] parameterValues = new Object[]{userName, userSurname};
Type[] parameterTypes = new Type[]{StringType.INSTANCE, StringType.INSTANCE};
criteria.add(Restrictions.sqlRestriction("NLS_LOWER(USER_NAME, 'nls_sort = XTurkish') like ? or NLS_LOWER(USER_SURNAME, 'nls_sort = XTurkish') like ? ", parameterValues, parameterTypes));
//...

şeklindeki kullanım daha doğru olur.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Refactoring

Pazar, 23 Şub 2014 3 yorum

Büyük oranda Martin Fowler’ın “Refactoring – Improving The Design of Existin Code” kitabından faydalandığım Refactoring eğitiminin sunumunu paylaşayım dedim, bir faydası dokunması umuduyla.

Martin Fowler‘ın tanımıyla Refactoring yazılımın gözlemlenen davranışlarını değiştirmeyen, fakat iç yapısını değiştiren bir dizi küçük iyileştirmedir.

Sunum kabaca şu başlıklardan oluşuyor;

  • Refactoring Nedir ?
  • Neden Refactor Etmek Gerek ?
  • Ne Zaman Refactor Etmek Gerek ?
  • Nasıl Refactor Etmek Gerek ?
  • Refactoring Kataloğu

Not : “Refactoring”, “refactor etmek” gibi tabir ve terimlere Türkçe’de getireceğim karşılıklar kulak tırmayalayabileceği için oldukları gibi kullanmak durumunda kaldım.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail