Ne aç kal ne budala !
Şimdilerde Apple’ın dahi çocuğu Steve Jobs‘tan alıntılarla dolu internet siteleri, bloglar ve sair medya ortamları. Şu konuşmasında bunu dedi, şu röportajında ne demedi ki, nasıl bu kadar başarılı oldu, gençlere ne salık verdi, üniversiteyi neden terketti, Apple’dan nasıl kovulup döndü ?
“Kör ölür badem gözlü olur” değil söyleyeceklerimin ana teması. Daha bir başka, bir genel düzen eleştirisi. Kendini, her fırsatta olduğu gibi, Steve Jobs’un ölümünü üzerinden de pazarlayan bir sisteme ve buna çanak tutan kimi Steve Jobs söylemlerine çakacağım. Hiç bir şekilde Steve Jobs’un mücadelesine, zekasına ve mucit kişiliğine sözüm yoktur.
O meşhur “Aç kal budala kal” konuşmasına takmış durumdayım ilk ayaktan. Konuşan Apple’ın CEO su değil de bir popüler kişisel gelişim kitabının tuzu kuruluktan öte bir izlenim bırakamayan yazarı, elin eşeğini türkü çağırarak arayan keyfi yerinde komşu gibi. Bunları “Ferrarisini Satan Bilge” de ya da “The Secret” da filan okumuştuk sanki. Hatta şimdilerde John C. Parkin diye bir arkadaşın “Siktir Et” adlı kitabında da daha ukala ve çirkin halini görebiliyoruz. Diyeceğim o ki Steve Jobs’un bu ve buna benzer başka konuşmalarındaki söylemler son derece keskin, son derece net ve bir o kadar iddialı. Her söylediğini genelleyen bir hava ve daha kötüsü genelleştikçe yüzeye yaklaşan söylemler. Yüzeyselleştikçe sığlaşan. Bir düzen bekçisi, bir “cyborg” eğitmeni gibi cümleleri ve tavrı. Kendini tanımış da sıra insanlığa verilecek derslere gelmiş tadında.
Başarılı olmak ile kendini tanımak arasında bir ilişki olduğunu düşünmek ilk yanılgı kanımca. Başarılıysan bunun sebeplerini, nasıllarını düzgün analiz edememiş olabilirsin mesela. Çıkarsadığın doğrular doğru olmayabilir, ya da bunlar senin doğruların olmayabilir. Başka başka insanlardan devşirip kendine giydirdiğin cicili bicili kelimeler olabilir. Başarının sebebi bu kurallara veya doğrulara bağlılığından değil de sadece ve sadece dümdüz bir şekilde zekana çok çalışmayı eklemekten filan ileri gelebilir. Bilmem hangi sözü duyduğunda hayatının değişmiş olduğunu, o andan itibaren bilmem ne kararlar aldığını o sözü duyduğun an değil de, çok daha ileri bir vakitte o söze göre uyarlamış olabilirsin. Böyle bir uyarlamayı şu anda ben de yapabilirim mesela. Sağlak olmama rağmen neden çok iyi bir sol ayağa sahip olduğumu, hatta herkesin beni solak sandığını, sol ayakla topu kalecinin uzanamayacağı köşelere rahatça bırakabildiğimi şöyle afili bir sözün arkasından izah edebilirim. Bir hikayem olabilir, sivrileşip, karikatürize edebilirim hadiseyi. İşin aslı hiç de öyle değilken…
Bir de şu klasik “sevdiğiniz, aşık olduğunuz işi yapın” safsatası var elde. Herkes sevdiği işi yapmayabilir arkadaş, ki bir istatistik çalışması yapsak sanırım çalışanların yarıya yakını başka bir iş yapmak ister. Zaten düzen yeterince boğazlarken neden sen de, o müthiş zekanla iğne batırırsın insanların keşkelerindeki, pişmanlıklarındaki, beceremeyişlerindeki derin acıya. Hangi mantıkla kendi düzleminde başarılı oldun diye aynı kurallar silsilesi sonucu başkalarının da bir şeyleri başarabileceğini iddia edebilirsin ki. Nedir bu bilgelik popülizmi, “benim kişisel gelişimim herkesin kişisel gelişimi olabilir, ayrıca benim kişisel gelişimim seninkini döver” tavrı. Baydınız, bunalttınız koca bir nesli, çekin üstümüzden şu kendi doğrularınızı, sığlıklarınızı, öze hiç bir zaman ulaşamamış özlü sözlerinizi.
Kişisel gelişim kitaplarının ruhsuzluğundan dem vuran tonla yazı okumuşuzdur heralde. Yavanlığından ve küstahlığından. Hayatın hiç de öyle olmadığını bilir herkes. Ama yine de haber sitelerinin vazgeçilmez ve en çok tık alan şablonudur, “işinizde başarılı olmak için on adım”, “daha mutlu bir evliliğe giden yol”, “kariyeriniz için bilmem kaç anahtar” minvalindeki resimli haberler. Oysa ne kolaydır üniversiteyi terketmek, ne afili bir ünvandır “üniversite terk”. Haber olursunuz, hikaye olursunuz kariyer basamaklarını tırmanırken. Gıpta edilen, parmakla gösterilen adam olursunuz bu halinizle. Hiç lafı dolandırmaya gerek yok, ne güzel demiş atalar “bekara karı boşamak kolay”. Çevirecek olursak şimdiki zamana, bordrosunda 1 dolar yazsa da, kasasında milyarlar bulunan Apple CEO’suna üniversite mezunu olmak çok şey ifade etmeyebilir, aşağılayabilir bile. Ve acı olan şu ki kimse de virgül atamaz diploma törenindeki bu afili konuşmaya, olduğu gibi kabul edilesidir çünkü. Tam da modern çağın gerektirdiği üzere; o “istemiştir”, “azmetmiştir”, “elde etmiştir”. Başarmıştır !
Başarılı olmak zorunda mıyız peki ? Ya da daha gerçekçi bir soru; başarı nedir ki ? Sana göre şirketler kurup, icatlar yapmak, sevdiğin hatta dur abartayım aşık olduğun işe gitmek mi ? Genellemelerin en güzeli, en bir tanesi Einstein abimizin formülünde yatar. Tıpkı değişmeyen tek şeyin değişim olması gibi; “Evrende görecelilik esastır”. Senin için başarıya kriter olan şeyler herkesin değerler sistemiyle örtüşmeyebilir. Gerçeğin her açıdan görünen tarafı şudur ki başarı da görecelidir. Farklıdır kişiden kişiye, değerler sisteminden değerler sistemine. Zengin olmak, nefsin arzu ve isteklerine kavuşmak şimdiki dünya düzenin itelediği başarı kriteri mesela. Daha çok çalışarak, daha çok tüketmek. Evler, arabalar almak, paran olmasa da. Öyle ya, olmayan paranla geleceğini satarak krediler kullanmak. Hani şu keferelerin “Consume, obey, die” zincirindeki gibi “Tüket, itaat et, öl” arkadaş. Ölesin ki yeni müşteriler gelsin. Hatta tam olarak yaş-tüketim eğrisinin dibe vurduğu anda filan öl. Öl ki ölüm yakışsın sana. Tıpkı Steve Jobs’un o meşhur konuşmasının son bölümünde ölüme söylediği güzelleme gibi;
“Şimdiye dek hiç kimse ölümden kaçamamıştır. Bunun böyle de olması gerekir, çünkü ölüm hayatın en güzel icatlarından birisi. Hayat’ın değişim ajanı. Yenilere yer açmak için, eskilerden kurtulmanın tek çaresi. Şu an için yeni sizsiniz, ama günün birinde, üstelik pek yakında siz de eskiyecek ve aradan çıkarılacaksınız. Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu.”
Hiç unutmam 95-96 sezonu Şampiyonlar Ligi finalini, Borussia Dortmund 3 – Juventus 1… Ve bir Juventus’lu taraftarın maçın bitimiyle yüzünü elleri arasına alıp ağlaşıyını. Öylesine dolu dolu bir hüzündür gözlerinden fışkıran, öylesine anlamlıdır ki benim gözümde, o kupayı kaldırmaktan çok daha fazla şey ifade eder. Başarı kupayı kaldırmaksa eğer, ki öyle, ben başarısızlığı seçiyorum. O melankoliyi, biraz arabesk, biraz doğulu bir tavırla da olsa o Juventus’lu taraftarın adam gibi hüznünü seçiyorum. Çirkefleşmeyen, sataşmayan, dingin hüznü. Şampiyonlar Ligi finalinde kaybeden bir Beşiktaş hayal edebiliyorum, ve seviyorum o hayali, o hayali başarısızlığı, ikinciliği. Mevzu tam da burada aslında.
Dünyanın neden giderek daha yaşanılmaz bir yer haline geldiğine verilebilecek cevaplardan birisi de yukarıda sözünü ettiğim başarısızlığa olan toplumsal,ailesel ve bunların da ötesinde bireysel tahammülsüzlük. Sürekli olarak bir şeyleri başarmak zorundayız. Her an bir başarı yakalamak üzereyiz. Her an bir başarılı gözümüzün önünde. Ve her an bir başarısızlığa yakınız. Her an başarısızlığa doğru geri sayım, bir “deadline”. Budur işte bizi daraltan, boğan, üzerimize çullanan. Başarısızlık ihtimalini göze aldığımız an özgürüz gibi geliyor bazen, hayatın böylesi bir şey olduğunu idrak ettiğimiz an.
Bu kadar gevelemenin üstüne aklıma Yunus’un dörtlüğü geliverdi. Sanki devam ederek hadiseyi iyice dağıtacak olduğum cümleleri tek dörtlükte sıkıştırıp toparlamış gibi.
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendin bilmezsin,
Ya nice okumaktır…
Son Yorumlar