ArÅŸiv

0, 2013 için arşiv

Gravity (Yerçekimi)

Pazar, 27 Eki 2013 2 yorum
Gravity (Yerçekimi)

Gravity, Hubble teleskobunu tamir etmekle meÅŸgul bir grup astronotun baÅŸlarına gelen bir felaket sonrası hayatta kalma mücadelelerini konu alıyor. BaÅŸrolleri -tüm rolleri aslında- Sandra Bullock ve George Clooney oynuyorlar. Her ne kadar yakın plan çekimler fazla olsa da çoÄŸunlukla astronot baÅŸlığı içinde yüzlerini bile seçmekte zorlandığımız ve yine çoÄŸu hareketleri bir takım teknolojik araç gereçler eÅŸliÄŸinde gerçekleÅŸtiÄŸi için oyunculuÄŸun öne çıkmasına fırsat verecek bir film deÄŸil Gravity. Lakin ÅŸuradan görebileceÄŸimiz üzere Sandra Bullock’un oynadığı Ryan rolü için Natalie Portman ve George Clooney’nin oynadığı Matt rolu için Robert Downey Jr. düşünülüyormuÅŸ ilk zamanlar. Daha yerinde olurmuÅŸ demeden edemeyeceÄŸim.

Tür olarak bilim kurgu değil. Bilim var da kurgusu yok. Filmde geçenler mevcut bilim-teknik ile yaşanan, yaşanabilir olaylar. Tam olarak dram-gerilim türü bir uzay filmi. Öyle içinde uzay geçen her film bilim-kurgu değildir.

Galiba bol yıldızlı veya bol eÄŸlenceli veya bol aksiyonlu, tez zamanda popüler olması muhtemel, hasılat beklentisi yüksek filmleri ifade etmek için kullanılan “giÅŸe filmi” tabirinden baÅŸka bir de büyüsünü sadece salonda izleyerek algılayabileyeceÄŸimiz filmlere bir tabir gerek. “Salon filmi”, “perde filmi” filan denebilir mesela. Hobbit, Dark Knight, Superman, Spider Man, Avengers gibi filmleri evde izlemek ile sinemada izlemek arasında gece ile gündüz kadar fark var.

Gravity (Yerçekimi)

Gravity tam olarak böylesi bir film. KliÅŸe tabirle görsel şölen. David Copperfield’ı izlemek gibi. Olan bitenden gözünü alamama durumu. Fena halde bastıran bir “seyretme” güdüsü. Bu etkide en büyük pay sahibi insan bünyesinde deÄŸiÅŸik duygular uyandıran uzaydan Dünya görünümü ile ürpertici uzay boÅŸluÄŸunun hemen her sahnede arka planda oluÅŸu ve filmin önemli bir bölümünde ÅŸahit olduÄŸumuz yerçekimsiz ortamın cazibesi. Senaryo, kurgu filan olmasa ve kamera dümdüz orayı burayı çekse izlenir bu arka plan. 3D çekimlerin hakikaten üç boyut duygusu vermesi, görsel efektlerin, kamera hareketlerinin, sesin, müziÄŸin ve diÄŸer bütün teknik detayların fevkaledenin fevkinde oluÅŸu ile bir sinema filminden beklenebilecek pek çok ÅŸeyi pek çok iyi yapmış film. Etkilenmemek mümkün deÄŸil.

(Filmi izlememiÅŸ olanlar duymamamsı gereken ÅŸeyler duyabilir bundan sonra…)

Gravity (Yerçekimi)

Filmle ile ilgili çeşitli eleştirilerde ve astronotlarla yapılmış röportajlarda filmin bir çok teknik hata içerdiğinden bahsedilmiş. Fikrimce bunların bir çoğu gözardı edilebilir. İzleyicinin beğenisini, etkilenişini değiştirecek şeyler de değiller. Meğer bizim atmosferimiz mavi ışığı kırdığı ve dağıttığı için sarı gördüğümüz Güneş, uzaydayken beyaz gözükürmüş. Astronotlar astronot kıyafetlerinin içine öyle havalı iç çamaşırlar değil de özel tasarlanmış bir içlik giyerlemiş. Kimin umurunda.

Ve fakat sinema görsel olduÄŸu kadar soyut ve edebi bir sanat da aynı zamanda. Dolayısıyla bir filmi sadece görsel yanıyla, çekim marifetleri ile deÄŸerlendirmek hata olur. Ardada sıralanmış görüntülerin ve senaryo metninin bir arada anlatabildiÄŸi cümlelerin, hissettirdiÄŸi duyguların olmasını, görsel olarak çok yukarı seviyelere çıkmış olanın mana olarak yüzeyde kalmamasını bekleriz. Gravity’de eksik ve 2001:A Space Odyssey‘de fazlasıyla mevcut olan budur. Ne uzay boÅŸluÄŸunda bir başına hayatta kalma mücadelesinin derinliÄŸine inebilmiÅŸ, ne o büyük çaresizlik havasını hissettirebilmiÅŸ, ne de bir astronotun çok kendine has, çok benzersiz olmasını beklediÄŸimiz ruh haline, duygularına ışık tutabilmiÅŸ. Herhangi bir aksiyon, gerilim veya korku türü filmde rastlayabileceÄŸimiz hayatta kalma mücadelesinden, yaÅŸamak isteÄŸinden çok farklı, çok ötelerde olan bu durumu pas geçmiÅŸ neredeyse.

Bir de iki karakterden birisi panik, stres ve endiÅŸeler içinde hakikatli bir çaresizlik hissi yaÅŸarken ve biraz biraz bize de yaÅŸatabilirken bunu, diÄŸerinin rahat, esprili ve olup bitenlere kayıtsız, cennetten tapulu o rahat hali yaÅŸananların bir kurgu olduÄŸu, aksettirilmeye çalışılan gerçekliÄŸin az sonra duyulacak “kestikk” sesiyle bitiverecek olan bir oyun, ÅŸakacıktan bir felaket olduÄŸu hissiyatı oluÅŸturuyor insanda. Veya en hafifinden, yine o bildik, kabak tadı vermiÅŸ mutlu sonun, ferahlatan kurtuluÅŸun yaÅŸanacağı ÇarÅŸambadan belli oluyor. Daha güzel tabirle; “AÄŸzını büzüşünden Ömer diyeceÄŸi belliydi…”

Bütün olumsuz veya eksik taraflarına rağmen nihai olarak son derece etkileyici ve başarılı bir film olduğunu söylemek gerek.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:,

Sivil Dikkatsizlik

Perşembe, 24 Eki 2013 Yorum yapılmamış

An itibariyle herkesin hissederek, sezerek bildiği bir şeye daha birilerinin vakti zamanıyla güzel bir isim verdiğini öğrenmiş bulunuyorum; sivil dikkatsizlik.

“Amerikalı sosyolog Erving Goffman, sivil dikkatsizliÄŸi, bir ÅŸehirde yabancılar arasında yaÅŸamayı mümkün kılan teknikler arasında en baÅŸta saymıştır. Sivil dikkatsizlik, kiÅŸinin bakmıyor ve dinlemiyor gibi yapmasıdır; ya da en azından kiÅŸinin bakmadığı, iÅŸitmediÄŸi ve hepsinden önce çevredekilerin ne yaptıklarıyla ilgilenmediÄŸi havasını verecek bir tavır takınmasıdır. En yalın haliyle kendini göz göze gelmekten kaçınmakta ortaya koyar. (Gözlerin karşılaÅŸması her zaman yabancılar arasında izin verilebilir olandan daha kiÅŸisel bir iliÅŸkiye davettir; bu da kiÅŸinin anonim kalma hakkından vazgeçmesi ve baÅŸka insanların gözünde görünmez kalma yönündeki varsayılan hakkından ve kararlılığından feragat ettiÄŸi veya bunları askıya aldığı anlamına gelir). Göz göze gelmekten itinayla sakınmak kiÅŸinin gözleri ara sıra ya da kazara baÅŸka birine kaysa bile, dikkat etmediÄŸinin alenen ilanıdır. (Aslında kiÅŸisel karşılaÅŸma amaçlanmadıkça kiÅŸisnin gözlerinin durmamak ve odaklanmamak koÅŸululyla kaymamasına izin verilir). Hiç bakmamak da mümkün deÄŸildir. Herhangi bir yerleÅŸim merkezinin sokakları çoÄŸu zaman kalabalıktır ve sırf bir yerden baÅŸka bir yere gitmek bile, çarpışmadan kaçınmak için önünde uzanan yol ile yolda dikilen ve hareket eden her ÅŸeyin dikkatle gözlenmesini gerektirir. Gözlem yapmadan duramasak bile, bu, bakışımızın takıldığı insanları rahatsız ve tedirgin etmeden, hissettirilmeden yapılmalıdır. KiÅŸi bakmıyormuÅŸ gibi yaparak görmelidir; bu, sivil dikkatsizliÄŸin özüdür. Her gün yaÅŸadığınız, kalabalık bir maÄŸazaya girme, bir tren istasyonunun bekleme salonundan geçme ya da yalnızca okula giderken sokakta yürüme deneyimlerini düşünün;kaldırımda güven içinde yürümek ya da bir maÄŸaza ya da sergideki vitrinleri ayıran geçitler arasında dolaÅŸmak gibi, yapmış olmanız gereken bütün o küçük küçük hareketleri düşünün; ve yanında gelip geçtiÄŸiniz sayısız yüz arasından ne kadar azını hatırlayabildiÄŸinizi, aynı maÄŸazada ya da aynı caddede geçiÅŸtiÄŸiniz ne kadar az yüzü betimleyebileceÄŸinizi düşünün. “Dikkat etmeme” -yabancılara, önünde gerçekten önemli ÅŸeylerin olup bittiÄŸi boÅŸ bir perde olarak bakma- gibi zor bir sanatı ne kadar iyi öğrenmiÅŸ olduÄŸunuza ÅŸaşıracaksanız.

Yabancıların birbirine karşı davranışlarında gözettikleri özenli, incelikli dikkatsizlik, kentsel koÅŸullarda yaÅŸamı sürdürme açısından tartışmasız çok deÄŸerlidir. Ancak bunun sevimsiz sonuçları da vardır. Bir köyden ya da küçük bir kasabadan yeni gelmiÅŸ biri genelde büyük ÅŸehrin kendine özgü aldırışsızlığı ve soÄŸuk ilgisizliÄŸi karşısında ÅŸaşırıp kalır. Ä°nsanlar sanki öteki insanlara dikkat etmezler. Canlı olarak insanlara bakmadan gelip geçerler. EÄŸer başınıza kötü bir ÅŸey gelse, kimsenin kılının kıpırdamayacağına bahse girebilirsiniz. Sizinle onlar arasında bir sakınma duvarı, hatta belki de bir antipati duvarı çekilmiÅŸtir; bu, kimsenin aÅŸmayı düşünemeyeceÄŸi bir duvar, kapatma ÅŸansının pek olmadığı bir mesafedir. Ä°nsanlar boÅŸuna ümitlenecek kadar fiziksel yakınlık içindedirler, ancak ne var ki manevi bakımdan -zihinsel, ahlaki- olarak biribinden sonsuz uzak kalmayı baÅŸarırlar. Onları ayıran sessizlik ve yabancıların varlığında hissedilen tehklike karşısında becerikli ve vazgeçilmez bir silah olarak kullanılan mesafe koyma bir tehdit gibi algılanır. Kalabalıkta kaybolmuÅŸ biri kendi kaynaklarıyla baÅŸbaÅŸa bırakılmış hisseder kendini; önemsiz, yalnız ve vazgeçilebilir hisseder. Özel alanı tecavüz karşısında korumaya dayalı güvenlik, yalnızlık olarak geri teper…

(Zygmunt Bauman – Sosyolojik Düşünmek)

Kavram olarak üzerine ekleyecek bir sözüm yok. Haddime de değil. Lakin bu durum, işte bu sezerek bildiğiniz şeyin halihazırda bir adı, literatürde bir karşılığı olduğunu görmek günün orta yerinde gece görülen rüyayı hatırlamak gibi, çoktan seçmeli olsa seçebileceğiniz, ama aslında tam olarak bilemediğiniz bir sorunu cevabı gibi.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Jagten (The Hunt – Onur Savaşı)

Çarşamba, 23 Eki 2013 1 yorum


Tam da Kim Ki Duk’un son filmi Moebius‘un sinemalarımızda “Kim Ki Duk’tan Moebius” adıyla gösterime girmesinden bahsediyorduk. Åžaka mısınız ? Filmin adına yönetmenin adının eklendiÄŸi nerede görülmüş. En fazla “a film by Kim Ki Duk” filan der, ilgili arkadaÅŸlara göz edersin. Veya “Oscar nominated director”, “Oscar winner director” filan dersin cezbetmek adına. Geçelim…

Jagten girdi bir hafta sonra. Film isimlerinin birebir çevirilmesi gerektiÄŸi gibi bir kanatim yok elbette. Elin “çattık” dediÄŸine biz “ettik” diyebiliriz. CoÄŸrafya, kültür ve dil farklılıklarından ötürü birebir çevirinin kötü olacağı durumlar vardır. Örneklendirmeye gerek yok. Lakin bu öyle bir ÅŸey deÄŸil. Danimarkalının Jagten, Ä°ngilizin The Hunt, Fransızın La Chasse dediÄŸine Onur Savaşı denmez, dememelisin. Ãœstelik filmin orjinal adı filme müthiÅŸ yakışmış, dolaylı anlatımlara filan da sahip tek başında. Kaldı ki verdiÄŸin isim kötü olmaktan baÅŸka filme dair saÄŸlam bir ön bilgi(spoiler) de içeriyor. Filme geçelim…

Filmi izlemeyenleri uyarayım. Duymamanız gereken şeyler duyabilirsiniz.

(Çok sevmesem de, filmin konusunu anlatmak işini geniş zaman anlatımından başka bir anlatımla pek beceremiyorum. Hoş görüle, es geçile)

ArkadaÅŸ sohbetleriye, dost meclisleriyle ve geyik avcılığıyla hayatlarına devam eden güzel insanların yaÅŸadığı soÄŸuk bir Danimarka ÅŸehri. Çocuklarla arası gayet iyi olan orta yaÅŸlarındaki Lucas öğretmendir ve yalnız yaşıyordur. Okulların tatil olduÄŸu dönemde bir kreÅŸte çalışmaktadır. Sonrasında Lucas’ın en yakın arkadaşının küçük kızının hangi ÅŸartlar ve psikoloji içinde söylediÄŸi filmin geri kalanında biraz biraz anlaşılan yalanı ile hikayenin seyri deÄŸiÅŸir. Lucas çevresi tarafından ötelenmeye baÅŸlar. Hemen hemen bütün eÅŸi dostu aynı tereddütleri yaÅŸar, aynı sorulara cevap arar. Buldukları cevaplar farklıdır. Ä°nsan kırk yıllık dostunu hakikaten de tanıyamamış olabilir mi ? Küçücük bir çocuk böylesi bir yalan söyler mi ? Söylerse neden söyler ? Lucas hakikaten de bir sapkın mıdır ? Yok, masumsa gerçeÄŸi neden yüksek sesle haykırmıyor, isyan etmiyordur ? Mahkemelerin verdiÄŸi kararlar kiÅŸisel vicdan muhasebesini ne kadar deÄŸiÅŸtirir ? Çamurun izi hakikaten kalıyor mudur ? Ve saire. Tam da elde güzel sorular olunca güzel tartışmalar türediÄŸi gibi bu anlatımdan da güzel, saÄŸlam ve etkileyici bir film çıkıyor ortaya.

Hikaye çok bilindik, haberlerde, gazetelerde hatta belki çevremizde duymuÅŸ olabileceÄŸimiz türden aslında. Yalnız yönetmenin konuyu ele alış biçimi, birey ve ait olduÄŸu toplum arasındaki iliÅŸkinin çıkmazlarını, buhranlarını gösteriÅŸ biçimiyle sıradanın çok dışında. Bazen bir atasözü havasında “Hayat atasözlerinin haklılığına ÅŸahit olup durmaktan ibaret çoÄŸu kere” denilebilir hani. Jagten bizim kültürümüzde yer etmiÅŸ pek çok atasözü ve deyimi ilkokul kitaplarımızda okuduÄŸumuz metinlerin sonunda yer alan “metinden çıkarılacak dersler” bölümünde olduÄŸu gibi özetlemiÅŸ hissi uyandırdı bende. Küçücük bir kızın bambaÅŸka maksatlarla söylediÄŸi bir yalanın bütün bir eriÅŸkinler dünyasını alt üst etmesi “Bir deli kuyuya taÅŸ atar kırk akıllı çıkaramaz” gibiydi. Lucas’ın üstüne yapışan suçlama ve aleyhinde hiç bir delil olmamasına ve mahkemede aklanmasına raÄŸmen, toplum nezdinde “elini kolunu sallayarak gezen” bir suçlu muamelesi görmesi “Adın çıkar dokuza, inmez sekize” gibiydi. Ya da cinsel taciz iddiası karşısında küçük bir kız çocuÄŸuna mı yoksa kırk yıllık ahbabları Lucas’a mı laf konduramayacaklarını ÅŸaşıran ahalinin durumu “AÅŸağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık” gibi. Bir de akıllarda soru iÅŸareti bırakan son sahne ile bütün bir film boyunca Lucas’ın masumiyeti konusunda taraf olan, tüm şüphelerden uzak izleyiciye de “Bekara karı boÅŸamak kolay” der gibiydi…

Oyuncu seçimleri karakter ve çehre uyumu açısından çok yerinde. Mesela baÅŸrol oyuncusu Mads Mikkelsen(Lucas), hakkında bilinenleri her an ters yüz edebilecek soÄŸuklukta bir yüze sahip. Öte taraftan kemikli yüz hattıyla da kararlı bir izlenim veriyor. Ne öyle bir seri katil ruhu ya da bir cinsel sapkınlık, ne de ensesine vur lokmasını al saflığı taşıyor. Tam arada, tam dengede bir duruÅŸ. Ki 2012’de Cannes’da En Ä°yi Erkek Oyuncu ödülünü almış da zaten. Ya da küçük kızı canlandıran Annika Wedderkopp (Klara) o psikolojik gerilim-korku türü filmlerinden alışık olduÄŸumuz hafif sinsi, hafif bebeksi küçük yüzüyle istemsiz kötülükler, akla gelmeyecek iÅŸler yapabilecek potansiyele sahip çocuk havasını çok rahat ifade etmiÅŸ. Ne kadar iyi oynandığını destekelemek adına ÅŸu daha ilginç kendi adıma; filmin gerilim uyandırmak, hikayeyi çetrefillendirmek gibi bir derdi olmadığını, asıl ortaya koymak istediÄŸinin bunlardan çok baÅŸka ÅŸeyler olduÄŸu bildiÄŸiniz halde filmden sonra kendinizi alternatif hikayeler üretirken bulmak. Hani tam da ucu açık bırakılmış bir psikolojik gerilim türü filmden sonra olmayanı varmış, olanı öyle deÄŸilmiÅŸ gibi yorumlamaya çalışmak gibi.

Film 2012 yapımı olmasına karşın 2014 yılı için Danimarka’nın Oscar aday adayı imiÅŸ. Yolu açık olsun. Niyetlenip de gidecek olanlar çok niyetlenmesin. Zaten bir kaç salonda gösterilen film haftaya, olmadı diÄŸer hafta kalkar gösterimden. Zira çok müthiÅŸ filmler filan bekliyor sırada.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Sinema Etiketler:, ,