Arşiv

‘Serzeniş Köşesi’ kategorisi için arşiv

Doğrucu Davut’a Öykünme Sendromu

Cumartesi, 04 Ağu 2012 1 yorum

Gündelik hayatın içinde bütün ucuzluğu ve sığlığı ile ortaya çıkan bu duruma nasıl bir isim versek diye düşünüyorduk uzun zamandır. Bilmem ne “sendromu” olmalıydı bunun adı. Kastettiğim bütün benzer tavırları çatısı altında toplayıp, bu sendromu daha ismine bakar bakmaz anlamlandırabilecek bir sıfat veya tamlama bulamadığımız için Stockholm Sendromu‘nda olduğu gibi bir şehiri sıfat belleyip kendi sendromumuzu tanımlamak niyetindeydik hani. Ki her karşılaştığımızda bu durumu izah etmek zorunda kalmayalım gibilerinden : ) Önce kastettiğimiz durumu ifade edeyim. Sonra da neden “Doğrucu Davut’a Öykünme Sendromu” olduğunu.

Kişinin, içinde bulunduğu toplumca erdemli olarak nitelenen bir davranışın, tavrın veya eylemin yok denecek kadar az, bazen de çok küçük bir örneğini sergilediği anda bu erdemi kendi şahsiyetinin ayrılmaz ve de yadsınamaz bir parçası olarak telakki etmesi durumudur. Bu telakkide bahsi geçen davranışın bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek yapılmış olmasının bir önemi yoktur. Bu erdemin kıyısından kenarından geçmiş olmanın, o erdemin içinde yıkanılmış olmasından farkı yoktur.

Durum “verdiği sözü tutmak” erdemi üzerinden örneklendirilebilir. Sendromu yaşayan kişi, “taş atıp da kolunun ağrımayacağı” kadar bir çaba ile yerine getirilmiş bir söz sonrası, bütün bu erdemi karakteristik bir özelliğiymiş gibi sunar. Öyle ki verdiği sözü her koşulda tutmuştur. Öyle ki bu adam, adamın hasıdır, adamın dibidir, adamın şarabıdır vesselam.

Bir başka örnek argoda “geri vites” şeklinde kalıplaşmış olan, söylediğinden caymamak, iddiasından veya meydan okumasından vazgeçmemek durumu. “Geri vites” yapmamak için çok da matah olmayan bir cesaret, güç veya dürüstlük gerektiği durumda geri vites yapılmayarak, kahraman bir edaya bürünülür ve “bizde geri vites olmaz!” nidasına denizci düğümü atılır, bu tavır kişinin karakterinin ayrılmaz ve de yadsınamaz bir parçası olarak sunulur. Öyle ki bu adam, adamın hasıdır, adamın dibidir, adamın şarabıdır vesselam.

Tanım ile daha bir bağdaşan örnek de “doğruyu söylemek” üzerinden verilebilir. Doğruyu söylemek kişisel çıkarlarına ters düşmediği veya kendisini zor durumda bırakmayacağı, ve doğruyu söylemenin, söylememekten daha kolay olduğu herhangi bir durumda doğruyu söyleyen kişi, “bizde yalan olmaz!” edasına bürünüp, şahsiyetine ululuk atfettiği an sendromun en büyük belirtisini ifşa etmiş demektir.

Neden Doğrucu Davut’a öykündüğü ise Doğrucu Davut’un her koşulda bildiği doğruyu söylemesi ile ilgili. Her koşulda doğruyu söyleyen benzetmesini genişletip, her koşulda doğruyu yapan şeklinde daha kapsayıcı bir benzetmeye dönüştürürsek “teşbihte hata” yapmamış oluruz sanki. Mesela kişi katiyen yalan söylemiyorsa, hemen herkesin az-çok, pembe-beyaz yalanlar söylediği bir ortamda Doğrucu Davut’tur. Dedikodunun gırla gittiği bir toplulukta mesela, kişinin herhangi birileri hakkında atıp tuttuğuna şahit olunmamışsa Doğrucu Davut’tur. Sosyal hayatta bireyler arası hakkın hak getirdiği bir devirde, herhangi birinin hakkına herhangi bir şekilde tecavüz etmekten son derece sakınan kişi Doğrucu Davut’tur. Diyeceğim o ki bu Davut her türlü erdemin zirvesidir, ucudur, dibidir…

Bu erdemlerden herhangi birinin kendince ispat saydığı, irili ufaklı, hatta genel olarak çok çok ufaklı örneklerini, benliğinin peşine takarak “Doğrucu Davut” misali zirveye taşıma eğilimi, sendroma isim olmuştur.

Olmuştur da…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Reklam Kalpazanlığı

Perşembe, 26 Nis 2012 1 yorum

Daha evvel Kitap İsimleri diyerekten karaladıklarımda da benzer bir “Ya sabır !” vardı. Mevzu çok da farklı değil, amaç yine satmak. Reklamlar…Satın almaya teşvik etmekte sorun yok. İnsanın gözünün içine sokacak kadar dikkat çekici şekle sokmakta da sorun yok. Allamakta pullamakta da. Hatta alenen tahrik bile edebilir. En nihayetinde bu tahrik, ruhsuz ve sığ da olsa “Kör mü gözün alma, gitme, yapma !” şeklinde bir cevapla karşılanabilir. Amma lakin ki öyle değil. Yalanın bini bir para arkadaş. Amaca giden her yolu mübah sayan makyavelist tavrın dibine vurmuş, otunu çıkarmış durumdalar. Ahlak, adap, dürüstlük hak getire. Yeni kuşak fırlama reklamcıların gavur parası ile beş para etmeyen bu tavrı insanı üç reklamın ikisinde yerinden hoplatmaya yetiyor.

“Çerçeve yok içindesin” deyip üç boyutlu görüntülerle süslenen “Van Gogh Alive” reklamları tam bir kalpazanlık örneği. Sergi veya gösteri, neyse bu yapılan şeyin karşılığı tam olarak, aslında gayet hoştu, sevilesiydi. Etkileyiciydi hiç bir şey değilse. Yalnız reklamlar insanda öyle bir beklenti oluşturuyor ki, hani hakikaten bir üç boyutluluk bekliyorsunuz. Resimdeki sandalyeye oturmuş adam görüntüsü metroda, metrobüste, internette, televizyonda zihne kazınmış bir kere. Sonra ölümü görüp vereme razı olmanın tam tersi bir etkiyle, bir burukluk, bir tatmin olmamışlık hissi kalıveriyor insanda. Oysa ki ne güzeldi hadise, aldatılmamış, yalan söylenmemiş olsaydık.

Bir başka örneği daha türedi bunun. Şu metrobüslerde gösterilen “metrobüs” reklamı. Eleman müstakil evinden çıkıp, jipinin başında bekleyen şöförüne şık bir hareketle “kalsın ben almayayım” der ve soluğu metrobüste alır. Bir İstanbul beyefendisi edasıyla şoföre selam verilir, boş yerlerden birine oturulup göğüs kasları şişirilir. Akşam güneşi de güzele vuruyor ve az sonra Boğaz Köprüsü’nden geçiliyordur. İşte tam o anda, tam da akşamın mahşeri kalabalığında güç bela kendini metrobüse atmış insanlar olarak, öyle bir arkaya yaslanma, öyle bir konfor duygusu, öyle bir huşu görürüz ki ekranda, o anda reklam filmine edilen küfürler her bir yere yol olur. Hangi şehir, hangi metrobüs o reklamını yaptığınız ? Hangi küstahlık bu kadar rahat olabilmenizi sağlayan ? Hangi insanlık nasibini almadığınız ? Hangi ahır sekisi İstanbul türküsü çağırdığınız ? Yusuf Hayaloğlu’nun “Hangi Ayrılık” şiirindeki isyanla “Hangi…hangi…” diyerek uzatasım var ama kalsın : ) Akşam canlı izlediğim maça dair her türlü hile hurdayla, ketenpereyle sallayıp duran futbol yorumcularına dediğim gibi; Biz başka maçı mı izliyoruz arkadaş ?. Gözümüzün içine baka baka yalan, göz göre göre sahtekarlık, kör göze parmak tanıtım…

GSM operatörlerinin reklamlarındaki gözü şaşı edecek altyazılar, hemen her türlü markanın reklamında belki de yararlanabilen tek adam bırakmayacak kadar kısıt, şart şurt getiren kampanyalar ve sair derken uzayıp gider hadise.

Bu arada, bu gibi reklamlar konusunda dert yanabileceğimiz iki kurum şunlarmış;

Reklam Özdenetim Kurulu

Bilişim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Tüketim Aracı Olarak Bilgi

Çarşamba, 18 Nis 2012 Yorum yapılmamış

İnternetin tamamen yaygınlaşması ve sonrasında da bilgiye erişimin eski kitap, kütüphane, ansiklopedi yıllarına nazaran çok daha kolay ve zahmetsiz hale gelmesiyle başladı herşey…

Bu durumu tüketme güdüsüne karşı beyaz bayrağı çekişimizin üstünden hayli zaman geçmesi ile üst üste koyunca, ortaya tuhaf durumlar çıkmaya başladı. Başa çıkamadık sanırım bu kadar bilgiyle. Bu kadar elimizin altında olan, gözümüzün önünden geçen, sekmeden sekmeye atlayan ve sekteden sekteye uğrayan, hayatımızın içine ister istemez dahil olan bilgi yumağı ile. Neyi bilmemiz gerektiğini, neyi öğrenmemiz gerektiğini, neyi bilsek de bilmesek de olurun tahlilini dahi yapamaz olduğumuzu sanıyorum.

Tüketime hazır mal muamelesi görüyor bilgi. “Consume obey die” tabirinin bilgiye uyarlanmış hali; Ara, bul, kullan, at.

Kitap özetleri türedi mesela. Yüzlerce sayfalık romanlar hakkında iki göz gezdirme hareketiyle elde edilebilecek kadar bilgi peydah edebiliyoruz artık. Kulak aşinalığı kazanıyoruz az buçuk. Sağda solda, eş dost meclislerinde, ya da tam olarak üzerine bir iki bir şeyler karalıyor olduğum bu eğreti yüzeyselliği aşamayan muhabbet seviyelerinde iki kelam edebilecek kıvraklığa sahip oluyoruz. Bu durum tam olarak aynı anda bilinmesinin hiç bir anlam ifade etmediği, mümkün olmadığı, mümkün olsa dahi yeterli bilgi ve tecrübe seviyesine ulaşılamayacağı, iş ilanlarındaki bilmem kaç farklı teknolojiye benziyor. “Biraz ondan biraz bundan, biraz da şundan bil”.

Bilgi yarışmalarında çıkması muhtemel soru türlerine yönelik “supradyn” kıvamında dökümanlar var elimizin altında. Oscar almış aktörlere, nobele kavuşmuş bilim adamlarına, bilindik yazarların bilindik kitaplarına, önde gelen felsefe akımlarının yine önde gelen temsilcilerine erişmemiz bir tık meselesi.

Aşağıda da linkini verdiğim haberdeki gibi çocuklarımızı sırf bilgisayar ve interneti kullanabiliyorlar diye çok zeki bir kuşağın habercileri filan sanıyoruz. Hazır cevaplılıklarını, hemen her konuya dair söyleyebildikleri enteresan ve enteresandan da öte bizi şaşırtan şeyleri akıllı olduklarına yoruveriyoruz. Oysa ki gözlerinin önünden tonlarca resim, video ve de bir şeyler(bilgi demeyeceğim) akıp giden bu çocukların, belli girdilere belli çıktılar üreten basit bir bilgisayar programının 5 duyu organına sahip şeklinin yansıması olabileceği ihtimalini aklımıza bile getirmiyoruz. Oyunlarına dahi genel kültürcülük sıkıştırıveriyoruz. Geçenlerde bir tanıdıktan duydum. İlkokul 3 e giden çocuğuyla oynadıkları bir kart oyununda çocuğunun genel kültürünün arttığını söyledi. Nasıl yani dedim. Kartlarda işte coğrafya, tarih, aktüel türünden sorular var dedi. 9 yaşındaki bir çocuk mu dedim. Evet dedi. Ekledi sonra oscar almış oyuncuları, önemli filmleri, kitapları filan da öğreniyor, iyi oluyor, birikim yapmış oluyor dedi. Yutkundum…

Diyeceğim o ki, bilginin kıymeti kendinden menkul artık. Biz seçmiyoruz artık neyi bileceğimizi, okuyacağımızı, öğreneceğimizi. Gözümüzün içine içine sokuluyor. Bilmemiz gerekenlerin, bilirsek iyi olacakların, bilmediğimizde kınanacaklarımızın, bilmem neleri bildiğimizde neler kazanacağımızın kalıpları, sınırları belirlenmiş durumda. Okyanusun orta yerinden akvaryumun içine salıverilmiş balıklar gibiyiz. Vaktiyle deryalardan bihaberdik bilmediklerimizle, şimdi sınırlandırılmış, ölçeklendirilmiş ve yönlendirilmiş bilgi akıntısında akvaryum alimleriyiz.

Söylediklerime benzer şeyler söyleyen, gerçekliği tartışılabilir olsa da bilimsel bir araştırmaya dayanan bir yazı da şurada mevcut.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Yaşama sevincini hiç yere tüketmek

Salı, 09 Ağu 2011 2 yorum

Mevzuya nereden girsem kestiremedim aslında. Şöyle gireyim madem.

Hayatın hemen heryerinde hepimizin yaşadığı, şahit olduğu bir dolu sinir bozucu, isyana teşvik ettirici hadiselerden bahsedesim geldi. Hani ortalama bir asabiyete sahip insan günde 100 birim sinirlenip, öfkeleniyorsa 50 sini bunlara harcıyorum. Herbiri hakkında bir dolu şey yazılabilir aslında. Lakin ki herbirine ayrı enerji harcamak istemiyorum. Varlıkları ile, oluşları ile bir sevincin kırılmasına, bir umudun yitmesine başlı başına sebepler zaten. İnsanlığa, iyiliğe, dünyanın daha yaşanabilir olabileceğine dair inancını zedeliyor insanın. Küçük gibi gözüküyor, belki bir dolu insan “amaan canım sende” diyebiliyor. Ya da belki ben havadan nem kapıyorum, kimileri yağmurun altında dahi ıslanmazken.

Daha siz araca binmeden “nereye abi” diyen taksi şoförleri, İstanbul gibi bir şehirde trafiğe takılmadan şöyle 15 dakikada 40 lira hasılat yapmak iştahını gizlemeye dahi tenezzül etmeyen taksi şoförleri, yine bu durumlarda birkaç kelime söylediğinizde “ekmek parası” klişesinin arkasına saklanmayı bir halt sanan, kutsal bilen taksi şoförleri, halk otobüsünü ralli aracı gibi kullanan halk otobüsü şoförleri ve bu duruma zerre tepki vermeyen yolcu topluluğu, evinin çöpünü balkondan sokağa hiç aymadan, utanmadan fırlatabilen ev hanımları, gecenin bir vakti mahalle halkına bangır bangır 3.parti arabesk veya tekno müzik konseri veren bitirimden bozma gençlik, kaldırımları babasının çiftliği, evinin kileri gibi kullanıp işgaller işgali yapan, vurdumduymazlıkta sınır tanımayan esnaf, dekolte işini teşhirden de öteye taşıyan özgürlüğün ne olduğundan bihaber olduğu halde “özgürlük” kelimesi arkasına sığınan hatun kişiler, otobüsten inen yolculara alenen yolunacak kaz muamelesi yapan şehirlerarası dinlenme tesisleri, yolda gördüğünde halini hatrını sormak nezaketini dahi göstermeden “şu bizim oğlanın bilgisayara bi baksana” diyen yer ve zamana göre komşulaşanlar, bütün türk halk müziği enstrümanlarını kullanarak ilahi dile getirdiğini sanıp insanların dini hassasiyetlerini ve duygularını acıklı bir ezginin peşinde sürüklemeye çalışanlar, dinle kitapla alakası olmadığı halde islam alimiymişcesine, yüzyıllar boyu yaşamış, aşmış bir din, iman ve tasavvuf bilgisine, hikmetine sahip İslam alimlerini hiçe sayıp her Ramazan ayında kendince makul veya mantıklı bulmadığı dini bir meseleye çözüm ürettiği sanan akla tapıcı, mantığa seccade sericiler…Ve daha neler neler…

Askere gitmeden evvel çokça duyulur etraftan. Ya da nizamiyeden içeri girdiğinizden gerçeği kavrayana kadar bir tabur asker şunu söyler size; “Burda şalterleri kapatacaksın”. O kadar yerindedir bir tabirdir ki, askeri disiplin içindeyken bir dolu saçmasalak işleri, vurdumduymazlıkları, olmazları, olamazları ve olmamalıları üzerinizden teğet geçtirmenin tek yoludur belki de. Şalterleri kapatmalıyım galiba devreyi yakmadan.

Vaktiyle Cem Karaca ne güzel söylemiş ; “Beni siz delirttiniz

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Kerameti kendinden menkul tabela şenliği

Pazar, 19 Haz 2011 Yorum yapılmamış

Geçen bir ara bahsetmiştim Türkçe konuşamadığımızdan. Mevzunun daha bir can sıkıcı, sinir bozucu hali var. Daha böyle hayatın orta yerinden. Tabelalar…

Hani bu işin bir yönetmeliği, kuralı, hattı hududu var mıdır onu da bilmiyorum ama şu kesin ki saçma salaktan da öte komik şeyler yazılır olmaya başladı. Hani tam facebook öncesi 14-18 yaş civarı gençlerin msn iletilerine yazdığı türden. Aklıma bir dolu örnek geliyor. “Happy Center” gibi Türkçe’den devşirme İngilizceler, “Neshe” gibi İngilizce yazılan Türkçe okunan ibareler, sonuna başına veya ortasına bir yere İngilizce bir terim – “center”, “shop”, “house”, “home”, “fast food” vesair – ekleyerek bir halt edildiği sanılan, biraz entelektüel bir hava, biraz uluslararasılık katıldığı zannedilen mekan, dükkan, marka isimleri… Bilmem ne “land”, bilmem ne “center”, yok efendim şu “house”, bu “home”, filanca “shop”, falanca “restaourant. Daha az evvel gördüm eve gelirken; adam mobilya demeyi kendine zulüm görüp “mobilia” demiş markasının adına.

Hani kelimenin tam anlamıyla gına geldi yarım yamalak İngilizcelerden, “chicken translation” ibarelerden, anlamı Türkçe kelimeleri İngilizce tabirlerden. Neyin ezikliğidir bu arkadaş, nasıl bir görgüsüzlüktür, nasıl bir cahil cesaretidir. Hani düşünüyorum da ben böylesi bir işe kalkışacak olsam, elli yerden bakardım acaba oldu mu, doğru mu diye.

Mevzuyu illa “Türkçe’mize sahip çıkalım” slogancılığına getirmek taraftarı da değilim. Herşeyi bir sloganı arkaya alıp bir çeşit akım haline getirmek de apayrı bir mevzu zaten. Yalnız az aklı başında, az kararlı olmak gerek. Ne yaptığını, ne dediğini ve ne konuştuğunu, ne yazdığını bilmek gerek yahu. Tamam devletin belediyeleri denetlesin, bir şekli şemali olsun bu işin. Neyse bir adı konsun hani. Ama herşeyi birtakım yasaklar, sınırlamalar, höt dötler eşliğinde mi yapmak gerekiyor. Bireylerin bilinci, tavrı ve kültürü ne anlam taşır o vakit. Az kendin ol, biraz şundan biraz bundan baharatçılığı gibi içine edip bırakma dilin, kelimelerin. Ya İngilizce veya Almanca neyse o dilden bir kelimeyi al kullan, markana isim yap, tabelanı şenlendir. Ya da böyle paçavraya çevirme dili, buruşturma, kırıştırma, kırıtma.

Behzat Ç. den bahsetmişken; “Bu ne la !”

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Giden sevgiliye söylenen artistik sözler

Pazar, 23 Kas 2008 2 yorum

İnternet siteleri, msn iletileri, forum imzaları, cep telefonu mesajları vs vs vs…Gırla gitmektedir, yok satmaktadır bahsi geçen tipte cümleler.

Zamanında aşk olan, hayatın ta kendisi olan, sevgililer sevgilisi olan kişi ile ayrılık yolları gözüktüğünde en afilisinden seçilen yer yer ukala, hafif acımasız cümlelerdir. Devamını oku…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Serzeniş Köşesi Etiketler:

Bir şey söylemeden çok şey söylemiş olma eğilimi

Cuma, 21 Kas 2008 Yorum yapılmamış

Sözüm ona hafif filozof vari, hafif tanrısal bir havaya bürünerek yapılır. Derdini, fikrini, düşüncesini veya duygusunu dile getirme zahmetine girmeden, kurduğu kısa metrajlı, hikmetli ve manidar olma durumunu aşmış bir veya bilemedin bir kaç cümleye kitaplar dolusu mana yükleme, veyahut da muhatabından böylesi derin manalar çıkarmasını bekleme girişimidir. Devamını oku…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Serzeniş Köşesi Etiketler: