Arşiv

‘Edebiyat’ kategorisi için arşiv

Galat-ı Meşhur Lügat-i Fasihten Evladır

Çarşamba, 02 May 2012 Yorum yapılmamış

“Galat-ı meşhur lügat-i fasihten evladır” tabiri kısaca; “yaygın olan yanlış, bilinmeyen doğrudan iyidir”e denk geliyor. Kanımca müthiş bir tabir, muhteşem bir tanımlama. Öğrendiğimden beri elimde çekiç çivi arıyor gibiyim. Algıda fena seçiciyim. Bir metro muhabbeti sırasında örneklendirmeye çalışırken kilitlendiğimiz bu durum için, şimdilerde bir sürü örnek uçuşuyor aklımda.

Geçen öğrendiğim “Altı kaval üstü Şişhane” nin, doğrusunun meğer “Altı kaval üstü şeşhane” olması gibi. Direk alıntılayayım ;

Uyumsuz iki şeyin bir arada bulunmasını” ifade etmek için kullanıyoruz bu deyimi. Kökeni belli değil. Ancak şöyle bir hikâye anlatılır: Eskiden topların iç yüzeyi düzdü. Yani “kaval” gibiydi. Zamanla mühendisler, merminin döndüğünde daha hızlı gittiğini, böylece daha delici hale geldiğini buldu.

Bunun üzerine topların ve tüfek namlularının içine “yiv” denilen boğumlar, çizgiler koydular. Altı boğumlu yive de bizde şeşhane (yani 6 kısım) dendi.

Ancak bir adamın aklı yatmamış buna. Yarısı eski tip “kaval” (yivsiz), üst kısmı ise “şeşhane” (yivli) bir tüfek yapmış kendine. Olmuş size altı kaval üstü şeşhane bir tüfek.

Zaman içinde “şeşhane” “Şişhane” ye dönüşmüş. Şimdi gel de bunun doğrusunu kullan.

Ya da bir diğer durum Nike‘nin nasıl okunduğu. Yaygın olarak “nayk” diye okunduğu ve böyle kanıksandığı halde nasıl olur da “nayki” diye okursun. Öyle olmasa bile çıkıntı durur, ukala kaçar.

Şöyle bir bakındım nette, başka nasıl örnekler var diye. Sürüsüne bereket. “Kara sevda” tabirindeki sevda kelimesinin anlamının da kara olmasından dolayı ortaya garip kelime ikilisi çıkması, veya eşkiya kelimesinin kendi başına çoğul olup da eşkiyalar şeklinde kullanıldığında çoğulluğunun ikilenmiş olması gibi. Örnek çok…Hatta o kadar ki şöyle bir tabirimiz de varmış; “Galat-ı meşhur zamanla galat-ı meşru olur”

Bu konuda galat-ı meşhur’un yani yaygın yanlışın, hangi anlam olduğu konusunda benim de fikir belirtmek istediğim bir atasözü var; “Teşbihte hata olmaz“. Tdk bunu;

Yeri geldiği zaman çirkin, kaba bir benzetme ile anlatıma daha etkili bir hava verilmesi saygısızca bir davranış değildir, kimse bundan alınmamalıdır.

şeklinde izah etmiş. Yapılan teşbihe gücenmece, alınmaca olmaz demiş hani. Bu atasözünün bu anlamı ifade ettiğini düşünmüyorum. Doğrusunun “teşbih(benzetme), öyle bir şeydir ki benzetilen ile benzeyen arasındaki ilişki yanlış anlaşılmalara, kırgınlıklara, incinmelere sebebiyet verebilir. Bu yüzden teşbih yaparken dikkatli olunması gerekir, hata kaldırmaz” şeklinde bir anlam olduğunu ve böylece, iddialı olacak galiba ama, galat-ı meşhur olanın Tdk’nın açıklaması olduğunu söylüyorum vesselam : )

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Kitap isimleri

Cuma, 18 Kas 2011 4 yorum

Kafadan eyvallah… İsim önemlidir. Gayet önemlidir hatta. Film ismi, kitap ismi, ürün ismi hatta çok daha bunların ötesinde insanın kendi ismi. İçeriğe dair çağrışımlar taşır, taşımalıdır. Dikkat çekici olmasında, ilgi uyandırmasında, heveslendirmesinde hatta yine bunların ötesinde tüketime alenen tahrik etmesinde de sıkıntı görmüyorum. Ve fakat ki ahlaktan yoksun olamaz bir şeyin ismi, hele ki bir kitabın ismi. Yukarıda saydıklarımın da ötesinde körü körüne popüler olmak pahasına “isim uydurmak” ahlaksızlıktır. Çalmaktır. Hatta bunların da ötesinde kandırmaktır. Böyle bir durum tıpkı bir Temel fıkrasındaki duruma döner;

Temel kitap yazacaktır, çok satmasını istediği için Orhan Pamuk’a gider. Bir kitabın çok satması için gerekli sırrı sorar. Orhan Pamuk da “eğer bir kitabın çok satmasını istiyorsan başlığı çok önemlidir. Başlık üç temel öğeyi içermelidir ki bunlar seks, polisiye ve asalettir. Şimdi bu 3 öğeyi içeren bir başlık bul” diye Temel’i yönlendirir. Bunun üzerine Temel’in bulduğu başlık “Kontesi kim s…i” dir. Pamuk başlığı beğenir, lakin bu başlığa bir de din öğesi eklenirse çok daha iyi olacağını söyler Temel’e. Temel bir hafta sonra geri gelir; “Allah Allah kontesi kim s…i”.

Kastımın ne olduğunu göstermek adına aklıma ilk gelen bir kaç örnek;

-Parayı Bulduğum An Alayını – Erdal Demirkıran
-S*ktir Et & Hayatta Hiçbir Şey Senden Önemli Deği – John C. Parkin
-1 Saatte Web Sitesi (Cd’li) / Hızlı ve Kolay – Michael Utvich/ Ken Milhous/ Yana Beylinson
-24 Saatte Photoshop CS3 Herkes İçin! – Kate Binder/ Carla Rose
-Herkes İçin Java – Herbert Schildt
-60 Saniyede Evet – Don Spini

Maalesef ki örnekler tonla. Sadece kitap ismiyle de sınırlı değil dediğim gibi. Sırf bir şeyi daha satılır ve pazarlanır yapmak adına o şeyin barındırmadığı bir takım vasıfları isminde vadetmesi, veya buna benzer olarak o vasfı hiç olmadık ölçülerde abartarak isminde bulundurması, ortalama insan aklı ve de mantığı süzgecine dahi giremeyecek derecede gülünç, yersiz, çapsız iddialar taşıması, ürünün hitap ettiği kitlenin eksikliklerini veya zaaflarını istismar etmesi hiç bir açıdan ahlaki değil.

Hadisenin bir diğer boyutu da olabildiğince akılda kalıcı ve alabildiğine popülerleşmeye müsait bir isim seçmek. Basitleşmek, sığlaşmak ve çirkinleşmek pahasına. Kendimde ve tanıdığım bir çok insanda tamamen ters etki yaptığını biliyorum. Okuyacağım, izleyeceğim veya satın alacağım varsa dahi sırf isimdeki o ukala, o ucuz, o sahtekar kokuyu aldığımda vazgeçiyorum. Hatta bunun da ötesinde daha bir klasikleşmiş olanlara meylediyorum sanırım : )

Mevzu kitap isminden çıktı aslında. Ama yazdıkça görüyorum ki mesele çok daha geniş. Kitap, film, cep telefonu tarifesi-kampanyası, ciklet, şampuan derken uzayıp gidebilir. Kısa keseyim…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Edebiyat Etiketler:,

Ne aç kal ne budala !

Salı, 25 Eki 2011 12 yorum

Şimdilerde Apple’ın dahi çocuğu Steve Jobs‘tan alıntılarla dolu internet siteleri, bloglar ve sair medya ortamları. Şu konuşmasında bunu dedi, şu röportajında ne demedi ki, nasıl bu kadar başarılı oldu, gençlere ne salık verdi, üniversiteyi neden terketti, Apple’dan nasıl kovulup döndü ?

“Kör ölür badem gözlü olur” değil söyleyeceklerimin ana teması. Daha bir başka, bir genel düzen eleştirisi. Kendini, her fırsatta olduğu gibi, Steve Jobs’un ölümünü üzerinden de pazarlayan bir sisteme ve buna çanak tutan kimi Steve Jobs söylemlerine çakacağım. Hiç bir şekilde Steve Jobs’un mücadelesine, zekasına ve mucit kişiliğine sözüm yoktur.

O meşhur “Aç kal budala kal” konuşmasına takmış durumdayım ilk ayaktan. Konuşan Apple’ın CEO su değil de bir popüler kişisel gelişim kitabının tuzu kuruluktan öte bir izlenim bırakamayan yazarı, elin eşeğini türkü çağırarak arayan keyfi yerinde komşu gibi. Bunları “Ferrarisini Satan Bilge” de ya da “The Secret” da filan okumuştuk sanki. Hatta şimdilerde John C. Parkin diye bir arkadaşın “Siktir Et” adlı kitabında da daha ukala ve çirkin halini görebiliyoruz. Diyeceğim o ki Steve Jobs’un bu ve buna benzer başka konuşmalarındaki söylemler son derece keskin, son derece net ve bir o kadar iddialı. Her söylediğini genelleyen bir hava ve daha kötüsü genelleştikçe yüzeye yaklaşan söylemler. Yüzeyselleştikçe sığlaşan. Bir düzen bekçisi, bir “cyborg” eğitmeni gibi cümleleri ve tavrı. Kendini tanımış da sıra insanlığa verilecek derslere gelmiş tadında.

Başarılı olmak ile kendini tanımak arasında bir ilişki olduğunu düşünmek ilk yanılgı kanımca. Başarılıysan bunun sebeplerini, nasıllarını düzgün analiz edememiş olabilirsin mesela. Çıkarsadığın doğrular doğru olmayabilir, ya da bunlar senin doğruların olmayabilir. Başka başka insanlardan devşirip kendine giydirdiğin cicili bicili kelimeler olabilir. Başarının sebebi bu kurallara veya doğrulara bağlılığından değil de sadece ve sadece dümdüz bir şekilde zekana çok çalışmayı eklemekten filan ileri gelebilir. Bilmem hangi sözü duyduğunda hayatının değişmiş olduğunu, o andan itibaren bilmem ne kararlar aldığını o sözü duyduğun an değil de, çok daha ileri bir vakitte o söze göre uyarlamış olabilirsin. Böyle bir uyarlamayı şu anda ben de yapabilirim mesela. Sağlak olmama rağmen neden çok iyi bir sol ayağa sahip olduğumu, hatta herkesin beni solak sandığını, sol ayakla topu kalecinin uzanamayacağı köşelere rahatça bırakabildiğimi şöyle afili bir sözün arkasından izah edebilirim. Bir hikayem olabilir, sivrileşip, karikatürize edebilirim hadiseyi. İşin aslı hiç de öyle değilken…

Bir de şu klasik “sevdiğiniz, aşık olduğunuz işi yapın” safsatası var elde. Herkes sevdiği işi yapmayabilir arkadaş, ki bir istatistik çalışması yapsak sanırım çalışanların yarıya yakını başka bir iş yapmak ister. Zaten düzen yeterince boğazlarken neden sen de, o müthiş zekanla iğne batırırsın insanların keşkelerindeki, pişmanlıklarındaki, beceremeyişlerindeki derin acıya. Hangi mantıkla kendi düzleminde başarılı oldun diye aynı kurallar silsilesi sonucu başkalarının da bir şeyleri başarabileceğini iddia edebilirsin ki. Nedir bu bilgelik popülizmi, “benim kişisel gelişimim herkesin kişisel gelişimi olabilir, ayrıca benim kişisel gelişimim seninkini döver” tavrı. Baydınız, bunalttınız koca bir nesli, çekin üstümüzden şu kendi doğrularınızı, sığlıklarınızı, öze hiç bir zaman ulaşamamış özlü sözlerinizi.

Kişisel gelişim kitaplarının ruhsuzluğundan dem vuran tonla yazı okumuşuzdur heralde. Yavanlığından ve küstahlığından. Hayatın hiç de öyle olmadığını bilir herkes. Ama yine de haber sitelerinin vazgeçilmez ve en çok tık alan şablonudur, “işinizde başarılı olmak için on adım”, “daha mutlu bir evliliğe giden yol”, “kariyeriniz için bilmem kaç anahtar” minvalindeki resimli haberler. Oysa ne kolaydır üniversiteyi terketmek, ne afili bir ünvandır “üniversite terk”. Haber olursunuz, hikaye olursunuz kariyer basamaklarını tırmanırken. Gıpta edilen, parmakla gösterilen adam olursunuz bu halinizle. Hiç lafı dolandırmaya gerek yok, ne güzel demiş atalar “bekara karı boşamak kolay”. Çevirecek olursak şimdiki zamana, bordrosunda 1 dolar yazsa da, kasasında milyarlar bulunan Apple CEO’suna üniversite mezunu olmak çok şey ifade etmeyebilir, aşağılayabilir bile. Ve acı olan şu ki kimse de virgül atamaz diploma törenindeki bu afili konuşmaya, olduğu gibi kabul edilesidir çünkü. Tam da modern çağın gerektirdiği üzere; o “istemiştir”, “azmetmiştir”, “elde etmiştir”. Başarmıştır !

Başarılı olmak zorunda mıyız peki ? Ya da daha gerçekçi bir soru; başarı nedir ki ? Sana göre şirketler kurup, icatlar yapmak, sevdiğin hatta dur abartayım aşık olduğun işe gitmek mi ? Genellemelerin en güzeli, en bir tanesi Einstein abimizin formülünde yatar. Tıpkı değişmeyen tek şeyin değişim olması gibi; “Evrende görecelilik esastır”. Senin için başarıya kriter olan şeyler herkesin değerler sistemiyle örtüşmeyebilir. Gerçeğin her açıdan görünen tarafı şudur ki başarı da görecelidir. Farklıdır kişiden kişiye, değerler sisteminden değerler sistemine. Zengin olmak, nefsin arzu ve isteklerine kavuşmak şimdiki dünya düzenin itelediği başarı kriteri mesela. Daha çok çalışarak, daha çok tüketmek. Evler, arabalar almak, paran olmasa da. Öyle ya, olmayan paranla geleceğini satarak krediler kullanmak. Hani şu keferelerin “Consume, obey, die” zincirindeki gibi “Tüket, itaat et, öl” arkadaş. Ölesin ki yeni müşteriler gelsin. Hatta tam olarak yaş-tüketim eğrisinin dibe vurduğu anda filan öl. Öl ki ölüm yakışsın sana. Tıpkı Steve Jobs’un o meşhur konuşmasının son bölümünde ölüme söylediği güzelleme gibi;

“Şimdiye dek hiç kimse ölümden kaçamamıştır. Bunun böyle de olması gerekir, çünkü ölüm hayatın en güzel icatlarından birisi. Hayat’ın değişim ajanı. Yenilere yer açmak için, eskilerden kurtulmanın tek çaresi. Şu an için yeni sizsiniz, ama günün birinde, üstelik pek yakında siz de eskiyecek ve aradan çıkarılacaksınız. Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu.”

Hiç unutmam 95-96 sezonu Şampiyonlar Ligi finalini, Borussia Dortmund 3 – Juventus 1… Ve bir Juventus’lu taraftarın maçın bitimiyle yüzünü elleri arasına alıp ağlaşıyını. Öylesine dolu dolu bir hüzündür gözlerinden fışkıran, öylesine anlamlıdır ki benim gözümde, o kupayı kaldırmaktan çok daha fazla şey ifade eder. Başarı kupayı kaldırmaksa eğer, ki öyle, ben başarısızlığı seçiyorum. O melankoliyi, biraz arabesk, biraz doğulu bir tavırla da olsa o Juventus’lu taraftarın adam gibi hüznünü seçiyorum. Çirkefleşmeyen, sataşmayan, dingin hüznü. Şampiyonlar Ligi finalinde kaybeden bir Beşiktaş hayal edebiliyorum, ve seviyorum o hayali, o hayali başarısızlığı, ikinciliği. Mevzu tam da burada aslında.

Dünyanın neden giderek daha yaşanılmaz bir yer haline geldiğine verilebilecek cevaplardan birisi de yukarıda sözünü ettiğim başarısızlığa olan toplumsal,ailesel ve bunların da ötesinde bireysel tahammülsüzlük. Sürekli olarak bir şeyleri başarmak zorundayız. Her an bir başarı yakalamak üzereyiz. Her an bir başarılı gözümüzün önünde. Ve her an bir başarısızlığa yakınız. Her an başarısızlığa doğru geri sayım, bir “deadline”. Budur işte bizi daraltan, boğan, üzerimize çullanan. Başarısızlık ihtimalini göze aldığımız an özgürüz gibi geliyor bazen, hayatın böylesi bir şey olduğunu idrak ettiğimiz an.

Bu kadar gevelemenin üstüne aklıma Yunus’un dörtlüğü geliverdi. Sanki devam ederek hadiseyi iyice dağıtacak olduğum cümleleri tek dörtlükte sıkıştırıp toparlamış gibi.

İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendin bilmezsin,
Ya nice okumaktır…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Sigarayı bırakmak…Yoksa ayrılıklar da sevdaya dahil mi ? : )

Salı, 03 May 2011 6 yorum

6 gün oldu. Sigarayı bıraktım mı, ara mı verdim bilmiyorum. Giderek bunun bir ara vermek olduğu düşüncesi hakim oluyor bende. Tamamen sigarasız bir yaşamak şekli tahayyül edebilemiyorum henüz. O kadar işlemiş hayatıma, yaşama şeklime. O kadar çok şeyle, zamanla, vakitle, durumla, hissiyatla ve eylemle ilişkilenmiş meğer. Zaman algısının orta yerine yerleştirmişiz sigarayı. Ve uzun yıllar boyunca böyle bir algı, böyle bir alışkanlık sonrası şimdi düzlemsel bir algıya dönüşmeye başladı zaman. İlerlemesi, habire ilerlemesi gereken, bir nevi Ramazan ayındaki akşam üstleri ile iftar arasındaki o dümdüz, gergin ve tedirgin zaman algısı gibi.

Hep insanın bırakmayı gerçekten isteyebilecek cesarete sahip olduğunda çok rahat bir şekilde bırakabileceğini savundum. Hakikaten de öyle oldu aslında. İsteyebildiğim an bırakabildim. Ve fakat ki mevzunun yüzeysel, sığ sularında yüzebiliyormuş o düşünceler. İlk kez bırakıyordum sigarayı, derinlere daldım bir kaç gün sonra. Felsefesini yapmaya, yıllardır aramızda nasıl bir ilişki yumağı ördüğümüze filan daldım gittim. Ne bileyim “Sigara bırakılmaz, ara verilir” in hiç de öyle bir kalemde üstü çizilebilecek kadar basit ve ezbere bir tabir olmadığı fikrine filan vardım : ) Ne fiziksel olarak nikotin bağımlılığı, ne dudak tiryakiliği, ne sigaranın yerini neyle doldursak arayışları. Tırı vırı. Ya da yemek sonrası iç gıdıklanması, çayın tek başına kalışı filan…Değil, bunlar da değil. Mevzu daha derin. Yaşama algısı, hissetme duyusu ile doğrudan doğruya bağlamışız sigarayı. Her daim, her duygu ve ruh halinde bir ufacık sevinç, bir küçük keyif, bir sade uzaklaşma, başkalaşma vaadeden, böylesi bir alışkanlıktan tamamen uzaklaşmayı kolayca göze alamazmış insan. Böyle bir birliktelik kolayca bitmezmiş meğer. Ve meğer sigarayı hayatından tamamen çıkarma düşüncesi ayrı bir stres verdiği, bu fikre katlanamadığı için günde iki üç sigara ile mevzuyu geçici de olsa bir mutabakata vardırmış gibi görünen kuzen benden bir adım öndeymiş.

Atilla İlhan güzel demiş arkadaş, ayrılıklar da sevdaya dahil : )

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail
Kategoriler:Edebiyat Etiketler:

Türkçe konuşamama !

Cumartesi, 12 Şub 2011 1 yorum

O kadar çok abuk sabuk kelime duyar oldum ki son zamanlarda birşeyler karalamadan edemedim.

Kimsenin Türkçe konusunda bütün yabancı dillerdeki kelimeleri karşılar gibi iddiası yok. En azından ben duymadım böyle bir iddia. Veya gerçekten teknik bir tabirdir mevzu bahis olan kelime ve Türkçe’ye dahil olması da gerekmiyordur, o zaman da kullanırsın bu tip kelimeleri, eyvallah. Ama mevzu bu değil. Öyle kelimeler cümle içlerine serpiştirilir, öyle özensiz ve dikkatsiz kullanılır hale geldi ki ipin ucu kaçtı kaçacak gibi hissediyorum. Hani diyeceğim o ki mevzu alışmak değil, kanıksar hale geliyoruz gibi.

İnsanın konuştuğu dil için emek sarfetmesi, az da olsa mücadele ediyor olması gerekir. Yozlaşmaması adına, biraz İngilizce biraz Fransızca biraz da ucuz yollu ukalalık ile bir laf salatasına dönüşmemesi adına gayretkeş olması gerekir. Dilin ne kadar önemli olduğuna dair herhalde küçük bir Google araştırması ile onlarca hikmetli söz de bulunabilir. Aslolan gayret göstermektir. Öyle kelimeler, ifadeler vardır ki mesela anlarsın ki adam Türkçe dili dahilinde bir yerlere oturtmaya, bir karşılık bulup onu kullanmaya çalışıyordur. Kelimeleri tereddüt içindedir. Belli olur bu. “Spesifik” demez de örneğin belirli, hususi filan der. “Spektaküler” demez harikulade, olağanüstü filan der ya da. “Case” demez de durum, şart, koşul der. Yakıştırmaya çalışır hani. Anlarsın ki adam ipin ucunu kaçırmamaya çalışıyordur. Buna benzer bir dolu örnek yaşıyoruzdur hepimiz gündelik hayatın içinde. İsyanım tam olarak yukarıdaki örneklerde olduğu gibi çok bir düşünme, debelenme süreci geçirmeden bir karşılığının bulunabileceği kelimeler için. Neden onları tercih etmiyoruza, neden bir çırpıda ağzımızdan çıkarıveriyoruz o kelimeleri kısmına takılıyorum. Teknik bir mevzuya hakimiyet belirtisi sanıyoruz çoğu kere. Veya çoğu kere biraz genel kültür, hafif entellektüel hava serpiştirdiğimizi sanıyoruz cümlelerimiz içine. Ve dile sahip çıkmak, dilin ve gündelik hayatın sözcük dağarcağını geniş tutmak daha zahmetli gözüküyor gibi.

Yine de “feedback” demek “geribildirim” demekten ne kadar daha kolay ola ki ? Veya “restart etmek” demek “yeniden başlatmak” demekten, “publish etmek” demek “yayımlamak” demekten, “trend” demek “eğilim” demekten… Sıkılmadan yazmaya devam ediyorum… “Dedicate etmek” demek “tahsis etmek” demekten, “full-time” demek “tam zamanlı” demekten, “absürd” demek “saçma” demekten. “ekstrem” demek “aşırı, uç” demekten, “empoze etmek” demek “dayatmak” demekten, “driver” demek “sürücü” demekten, “pesimist” demek “karamsar” demekten, “online” demek “çevrimiçi” demekten, “know-how” demek “birikim, yönetim bilgisi” demekten, “konsensüs” demekten “uzlaşma” demekten, “realize etmek” demek “gerçekleştirmek” demekten ne kadar daha kolay ola ki ? Sıkılmadan yazmaya devam ediyorum… “Komünikasyon” demek “iletişim” demekten, “spontane” demek “kendiliğinden” demekten, “print etmek” demek “yazdırmak” demekten, “cv” demek “özgeçmiş” demekten, “jenerasyon” demek “kuşak, nesil” demekten, “deklare etmek” demek “bildirmek” demekten, “relaks olmak” demek “rahat olmak” demekten, “okey” demek “tamam” demekten, “check etmek” demek “kontrol etmek, denetlemek” demekten ne kadar daha kolay ola ki ? Sıkılmadan yazmaya devam ediyorum… “Bodyguard” demek “koruma” demekten, “dizayn” demek “tasarım” demekten, “ekstra” demek “fazladan” demekten, “prezentasyon” demek “sunum” demekten, “revize etmek” demek “gözden geçirmek, yenilemek,” demekten, “partner” demek “eş” demekten, “ambiyans” demek “hava, ortam” demekten, “laptop” demek “dizüstü” demekten, “okeylemek” demek “onaylamak” demekten, “elimine etmek” demek “elemek” demekten, “timing” demek “zamanlama” demekten , “illegal” demek “yasadışı” demekten, “legal” demek “yasal” demekten ne kadar kolay ola ki ?

Sonra oturur sızlanır, serzeniriz birbirimizi anlayamadığımızdan, yok efendim iletişim kuramadığımızdan, vay efendim aynı dili konuşamadığımızdan. E konuşmuyoruz ki zaten arkadaş ! Ucube cümleler, hilkat garibesi tabirler cirit atıyor ortalıkta. Olayı çığırından çıkardık çıkarıyoruz. Belki henüz demir ağlarla öremedik anayurdu dört baştan ama dilin içine ettik ediyoruz, fitilleri dibine dibine yerleştirdik yerleştiriyoruz.

Mevzunun bir başka boyutu var ki içler açısı. İngilizcede sonu “tion” ile biten ve düzgün bir karşılık bulamadığımız her kelime için sonu “siyon” ile biten kelimeler uyduruveriyoruz. En uç örneğini “transaction” kelimesini “transaksiyon” şeklinde bir derginin kapağında gördüm. “Yok artık Ronaldinho!” dedim ben de sizin şu an dediğiniz gibi. “Innovation” kelimesine “inovasyon” dediğimizi, “application” kelimesi için “uygulama” gibi birebir örtüşen, hani “cuk oturan” bir karşılık olduğu halde “aplikasyon” dediğimizi ve bunun gibi bir dolusunu biliyordum ama bu artık son noktaydı sanırım. Allah beterlerinden saklasın. “Teknik yazıyoruz arkadaş, yapacak bir şey yok” gibi bir mazareti bu gibi kelimeleri uyduran arkadaşlar sadece kendilerine anlatabilirler. Ya da şöyle serzenişler çok duyarız ; “Türkçede tam olarak bir karşılığı yok ki ama”. Nereye yok ? Nasıl yok ? Hangi lügata göre ? Senin 100 kelimeyi aşmayan lügatına göre mi ? Yoksa deyim, terim ve ad olmak üzere toplam 616.767 kayıt barındıran Büyük Türkçe Sözlük’e göre mi ? Ki zaten o kelimelerin tam olarak karşılığı bu şekilde düşündüğümüz için yok ki. Sanıyoruz ki “abi know-how nere , yönetim bilgisi nere, çok farklı şeyler”. Hayır işte. Tam da buna hayır. Sen kullanmadığın için öyle sanıyorsun. Vaktiyle komputer komputer diye ortalıklarda dolaşan abilerimize “bilgisayar” kelimesi türetildiği vakit sorsaydık onlar da “bilgi saymak mı ? ne alaka abi, computer nere bilgisayar nere” derlerdi heralde. O kadar şartlamışız ki kendimizi “specific” in tam olarak bir karşlığı olmadığına, birileri “özel, belli, belirli, hususi, muayyen, ayrışık işte abi, duruma göre dilediğini kullan” deyince sanki “tamam işte Türkçe’de karşılığı yok” tezi destek buluyormuş sanıyoruz.

Aslında durum sanılanın tam aksine. Türkçede o kadar çok karşılık var ki “specific” için. Yani “specific” e “spesifik” çok kelimemiz var. Bir dolu farklı durum için ilgili karşılığın kullanılması gerekiyor. Yerine, duruma ve derecesine göre. Oysa ki seçmemek daha kolay olanı. Ayırdetmeyi gerektirmiyor bir kere. Her bir farklı kelimenin manasını bilmek de gerektirmiyor. Dolayısıyla Türkçe’ de “özel, belli, belirli, hususi, muayyen, ayrışık” kelimelerinden birinin kullanıldığı heryere şak diye yapıştırıveriyoruz “specific” i. Dediğim gibi durum sanılanın tam aksine…

Türkçe üzerine yazılacak daha çok mevzu var. Tabelalardan, marka isimlerinden tut da, cahilce, aşağılık kompleksi dolu ve çocukça “Türkilizce” uydurmalarımıza kadar. Yazarım elbet…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Türk Dil Kurumu’nun Ayıklama Operasyonu !

Pazar, 02 Oca 2011 1 yorum

Anayasa ve yasalardaki pozitif ayrımcılık ile ilgili düzenlemeler Türk Dil Kurumu (TDK) yayınlarına da yansıdı. Nesillerce kullanılan, “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin”, “Devletin malı deniz, yemeyen domuz”, “Eksik etek”, “Kaşık düşmanı” gibi küçük düşürücü, hakaret içeren ifadeler TDK sözlüklerinden titizlikle ayıklandı. TDK’dan Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın, “Yeni sözlüklerde, genç kuşaklara aktırılmasında yarar olmayan, yasalar ve genel ahlakla çelişen sözler yer almayacak” derken, bu kapsamda TDK’nın 7 bilim adamından oluşturduğu komisyon Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’nde 20 bine yakın deyim ve atasözünü incelemeye tabii tutarak titiz bir şekilde ayıkladı.

Bir internet fenonemi olan abimiz gibi “Aralarında bir fark kaldı. O farkınan çok iyi oldu, çok da güzel oldu. Haa kurban olduğum atasözleri geçmişten gelebilir, amma lakin ki…öyle değildir ! ” demek istiyorum.

Bu düzenleme sonrası insanlarımız artık bu atasözü ve deyimleri zihinlerinden de silerek bir daha hiç kullanmayacaklardır kesin. Öyle kafamızın estiği gibi, beğenmediğimiz, çağın getirdiklerine uyduramadığımız, geri kafalı, örümcek kafalı, komünist, devrimci bulduğumuz, veya fikrimizin köşeli yerlerine takılan ne kadar sözümüz, deyimimiz varsa onlar da tiz kaldırılsın sözlüklerden, ki böylece kültürümüz şenlensin, aklansın, pirüpak olsun.

Sözlük demek bilinmeyenleri izah eden demektir. İlk kaynaktır, geçerli kaynaktır. Böyle bir durumda hani o kötü etkilenmesin dedikleri ileriki nesiller nereden bilecekler ki “Eksik etek” in veya “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” ın ne demek olduğunu. Bir şeyin tanımını yapmak bambaşka şeydir, ki bu bir sözlüğün vasfıdır, görevidir, o şeyin iyi mi kötü olduğuna karar vermek bambaşka şey. Bu mantıkla ilerleyecek olursak bir dolu küfür ve argo kelimeyi de sözlüklerden kaldırırsak mesela, ileriki nesiller küfür bile etmeyeceklerdir. Ağızlarına biber sürmeye filan gerek kalmaz hem o zaman.

Vaktiyle bu topraklardaki çoğu veya kimi insanların yaşayışlarındaki bir varoluşu ifade ediyor bu deyimler, bu sözler. O zamanlar böyle düşünenlerimiz var olduğu için, vaktiyle bir anlatılmazı basit bir şekilde anlattıkları için atasözü oldular, dilimize yerleştiler. Beğen beğenme, sev sevme, katıl katılma. O bizim. O geçmiş bizim yahu. İyisiyle kötüsüyle bizim o kültür. Öyle kırpılamaz, tıraşlanamaz. Şurasını beğenmedim, burası olmamış denilerek eğilip bükülemez tarih, geçmiş. “Ulen şu 93 Harbi fena bozu bizi, dağıldık resmen. Gençlerimizin zihnindeki anlı şanlı tarihe halel gelmesin, dur kaldıralım bunu tarih sayfalarından” diyemezsin. “14 yaşında Nazife hanıma da doyum olur mu ? diyen türkü varya, abi o türkü sapık resmen. Kaldırın repertualardan, çalmasın hiç kimse, neme lazım gençler kötü etkilenir filan” diyemezsin. Böyle birşey olabilir mi ?

Tabi yakın tarihimizin yeni yeni aydınlandığı bu dönemlerde buna benzer nasıl sipariş üzerine tarihler yazıldığını da biliyoruz. Sipariş üzerine tarih yazılamacağı, türkü yakılamayacağı gibi yakışık almadığını düşündüğümüzden dolayı da de atasözlerinin, deyimlerin üzeri çizilemez, sipariş üzerine sözlük derlenemez. Sözlük varolanlar bütünüdür.

TDK’nun yapması gereken geçmişi ayıklamak değildir. Çağın getirdikleri adına birşey yapılacaksa o da, teknolojinin ve internet dünyasının habire ithal ettiği ve Türkçe’nin içine yapışıp kalan tonlarca kelimenin kullanılabilir karşılıklarını düşünmek olabilir. E “bilgisayar” dan beri adam akıllı bir çeviri göremediğimize, dilimize dolanmadığına göre de ; Şefaatinizden vazgeçtik arkadaş, mezarımızdan taş çalmayın…

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail

Bana dokunmayan yılan bin yaşasın çelişkisi

Pazartesi, 29 Mar 2010 Yorum yapılmamış

TDK’nın “birçok kimse, kendilerine kötülüğü dokunmayan kişiye ilişmek istemez.” şeklinde izah ettiği bu atasözünün çoğu kere yanlış kullanıldığını görüyorum. Kendimce düzeltme gereği gördüm.

Bir kere bu sözde bir tavsiye, bir öğüt yaklaşımı yoktur. TDK’nın da izah ettiği gibi bu bir gözlemdir. “Böylesi insanlar” işareti vardır. Yanlış kullananların en sık yaptığı hata ise cümleyi olduğu gibi alıp, atasözü olmasına binaen bir nasihatmış gibi değerlendirmek. Karşılaştırdığım iki mana var.

Birincisi;Size doğrudan kötülüğü dokunmayan, size ilişmeyen kötülükleri engellemek adına mücadele etmeyip göz yumabilirsiniz, yer yer gamsız ve aymaz olabilirsiniz böylesi durumlarda.

İkincisi:Kendisine doğrudan kötülüğü dokunmayan, ilişmeyen kötülükleri engellemek adına mücadele etmeyip göz yuman, yer yer gamsız ve aymaz olabilen kişinin teşbihi.

Atasözünü birinci şekli ile yorumlayıp kullanmak ve örneklendirmek yanlıştır. Burada asıl kasıt bir durumdur, onun izahı yapılmış, o duruma bir yakıştırma yapılmıştır. İkinci manada kastettiğim gibi. Bu yönüyle de bir deyim havası vardır hatta.

Yanlış bir mana ithaf ettikten sonra da, bu atasözünü kullanıp parantez içinde, tırnak arasında “vay efendim böyle bir salığı veren atalar hangi atalar çok merek ediyorum” gibilerinden artislenmeler de şurada bahsini ettiğim kategoriye dahil edilebilir.

Varsayalım ki hakikaten de benim yanlış kullanıldığını iddia ettiğim gibi mana var bu sözde. Yani birinci manayı kastetmiş olsun atalar. Bu kez de atasözü tanımına ters bir durum teşkil etmiş olur. TDK şöyle açıklamış atasözü kelimesini :

(ata’sözü) Uzun deneme ve gözlemlere dayanılarak söylenmiş ve halka mal olmuş, öğüt verici nitelikte söz, darbımesel:

(atasözü) Eski kuşakların denemelerinden kalma yol gösterici, akıl verici yargı ve öğüt.

Peki böylesi bir tanıma sahip bir söz dizisi birincideki gibi bir mana vermek istemiş olabilir mi hakikaten ?
El cevap: Hayır. En azından ben, böyle bir manası olmuş olsa idi, halk tarafından benimsenip günümüze kadar ulaşmış olmazdı diye düşünüyorum.

FacebooktwitterlinkedinmailFacebooktwitterlinkedinmail